| Yaygın Forum|
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Bağlı değilsiniz. Bağlanın ya da kayıt olun

10.sınıf edebiyat konu anlatımları

Aşağa gitmek  Mesaj [1 sayfadaki 1 sayfası]

110.sınıf edebiyat konu anlatımları Empty 10.sınıf edebiyat konu anlatımları Ptsi Ocak 11, 2010 1:41 am

Laηє†Li мєLєq

Laηє†Li мєLєq
Hiperaktif Üye
Hiperaktif Üye

Edebiyat tarihi, medeniyet tarihinin en önemli kısmıdır. Bir milletin uzun asırlar esnasında geçirdiği fikrî ve hissî gelişmeyi belirten bütün kalem ürünlerini inceleme ile onun manevi hayatını, gerçekte olduğu gibi tasvire çalışır.
Bir milletin edebiyatı, millî ruhu ve millî hayatı göstermek için en samimi bir ayna sayılabilir. "Bir millet, hayatı nasıl görüyor? Nasıl düşünüyor? Nasıl hissediyor?" Biz, bunu en doğru ve en canlı olarak o milletin fikir ve kalem ürünlerinde bulabiliriz.
Edebiyat, toplumun bir kurumu olmasından dolayı, kendisini meydana getiren toplumun diğer kurumlarıyla bağlı ve onlarla ahenklidir. Hakikaten, bir milletin coğrafi çevresiyle, sonra iktisadi, dinî, hukuki, ahlâkî, bedii, siyasi hayatıyla edebiyatı arasındaki bağlantılar çok açıktır.
Geçmiş zamanlara ait bir edebî eseri layıkıyla ve tarihî manâsıyla anlamak için, önce o devrin genel hayatını, yaşayış ve düşünüş tarzlarını, o devir insanlarının hayat ve evren hakkında neler bildiklerini öğrenmemiz gerekir. Demek oluyor ki edebiyat tarihi, bir milletin coğrafi çevresini, din, hukuk, ahlak, iktisat, güzel sanatlar gibi kurumlarını ve siyasi hayatını genel yapısıyla gösteren medeniyet tarihinin ya da genel ve yaygın anlamıyla "tarih"in çerçevesi içinde incelenmelidir. Filoloji yani "Lisaniyat" ve tarih üzerine dayanmadan edebiyat tarihi meydana getirilemez.
Bir "şaheser"i incelemedeki amacımız, o milletin edebî gelişmesini gereği gibi ve doğru olarak anlamak içindir. Çünkü bir "şaheser", neticede mutlaka "toplumsal bir ülkünün ifadesidir."
Dâhiler, mensup oldukları toplumun bugünkü veya gelecekteki bir ülküsünü başarıyla temsil eden insanlar olmak bakımındandır ki edebiyat tarihinde başlıca hedef olurlar.
Ord. Prof. Dr. Fuad KÖPRÜLÜ
Türk Edebiyatı Tarih
Sadeleştirilerek ve kısaltılarak alınmıştır.

M. Fuad Köprülü, Türkiye'de ilk defa özellikle tarih ve edebiyat tarihi incelemelerinde bilimsel yöntemleri ortaya koymuş bir bilim adamıdır. Onun ortaya koyduğu yöntemler bütün bilimsel çalışmalarda esas alınmış ve yapılan çalışmalar bilimsel temellere oturmuştur.
Okuduğumuz "Edebiyat Tarihi" adlı metinde yazar edebiyatın, edebî eserin ortaya çıktığı toplumun tarihiyle, sosyal yapısıyla olan ilişkisini açıklamaktadır.
Edebiyat tarihinin, edebî eserler sayesinde bir toplumun çağlar boyunca geçirdiği sosyal, siyasi, ekonomik ve düşünce alanındaki değişme ve gelişmeleri gözler önüne serdiğini görürüz.
M. Fuad Köprülü'nün çalışmalarının ağırlık noktası edebiyat tarihidir. Edebiyatımızın gelişimini tarih ve yayılma alanlarında bir bütün olarak ele alan M. Fuad Köprülü, birçok dönemi ve eseri gün ışığına çıkardı. Bütünüyle bir kenara bırakılmış olan halk edebiyatını ve şairlerini tanıttı.

KÜL TİGİN YAZITI

Ben Tanrı gibi gökte doğmuş Türk Bilge Kağan, şimdi tahtıma oturdum. Sözlerimi sonuna kadar işit, bütün küçük kardeşlerim, yeğenlerim, oğullarım, bütün soyum, milletim, sağdaki şadagıt beyler, soldaki tarkanlar, buyruk beyleri Otuz-Tatar, Dokuz Oğuz beyleri, bu sözlerimi iyice işit, dikkatle dinle:
Doğudan gün doğusuna, güneyde gün ortasına, batıda gün batısına, kuzeyde gece ortasına doğru bu çevre içindeki bulunanlar hep bana tabidir.
Üstte mavi gök, altta kara yer yaratıldığında, ikisi arasında insanoğlu yaratılmış. İnsanoğlu üzerine de atalarım Bumin Kağan, İstemi Kağan tahta oturmuşlar; tahta oturarak Türk milletinin ülkesini, töresini kurmuşlar, düzenlemişler. Dört yön hep düşmanmış, asker yollayıp dört yöndeki milletleri, hep egemenliği altına almış, hep itaatli kılmışlar. Doğuda Kadırkan ormanına, batıda Demirkapı'ya kadar yerleştirmişler. Bilgili kağanlarmış, yiğit kağanlarmış.
İçi aşsız, dışı elbisesiz, zayıf, zavallı millet üzerine kağan oldum. Küçük kardeşim Kül Tigin'le sözleştik: Babamızın, amcamızın kazandığı milletin adı sanı yok olmasın diye, Türk milleti için gece uyumadım, gündüz oturmadım, kardeşim Kül Tigin ile, iki şad ile ölesiye bitesiyle çalıştım... Ondan sonra, Tanrı yardım ettiği için, ölecek milleti dirilttim, çıplak milleti giydirdim, yoksul milleti zengin ettim, az milleti çok ettim. Başka ülkeli, başka kağanlı milletlerden daha iyi kıldım.
Bütün bu yazıları ben, Kül Tigin'in yeğeni Yolığ Tigin yazdım.

AÇIKLAMALAR

Dikili taşlar üzerine yazılmış bulunan bu yazıtlarda Doğu Göktürklerin tarihi anlatılmıştır. Bu yazıtların kazılı bulunduğu taşlar Orhun ırmağının eski yatağına dikildikleri için Orhun Anıtları diye anılırlar. Bu anıtlar 18. yüzyıl ortalarına doğru bulunmuş, üzerlerindeki yazılar da 19. yüzyıl sonunda Danimarkalı bilim adamı Thomson tarafından okunmuştur.
Okuduğunuz yazıtta Göktürk devletinin kuruluşu, Bilge Kağan ile Kül Tigin'in yaptıkları anlatılmıştır.
Günümüzden on üç yüzyıl önce Türkçe sözcüklerle yazılmış olan bu yazıtlarda tarihsel bilgilerin yanı sıra Türk dilinin yabancı bir dile muhtaç olmadan her türlü duygu ve düşünceyi anlatacak kadar gelişmiş olduğunu da görmekteyiz.
AKINCI
Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik;
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik!
Ak tolgalı Beylerbeyi haykırdı: İlerle!
Bir yaz günü geçtik Tuna'dan kafilelerle...

Şimşek gibi bir semte atıldık yedi koldan;
Şimşek gibi Türk atlarının geçtiği yoldan.

Bir gün dolu dizgin boşanan atlarımızla,
Yerden yedi kat arşa kanadlandık o hızla.
Cennette bugün gülleri açmış görürüz de
Hâlâ o kızıl hâtıra titrer gözümüzde.

Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik,
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik! ( Yahya Kemal BEYATLI)
Yahya Kemal Beyatlı'nın "Akıncı" adlı şiiri Tuna boylarını aşarak Avrupa içlerine akınlar yapan eski Türk akıncılarının ağzından söyleniyor.
Şair bu kahramanlık günlerini akıncılar arasında yaşamışçasına güçlü bir hatıra dili kullanarak yazmış şiirini.

FRANSA SEFARETNAMESİ

Paris Şehrinde Görülenler
Şehir içinde acayip ve garaip binalar ve saraylar ve bahçeler vardır ki saymak mümkün değildir.
Bir bahçe daha gördük. Kralın imiş. Bu bahçe birkaç daireden ibarettir. Bir dairesi Teşrihhanedir. Mahsus müderrisi var. Ne kadar kuş varsa teşrih edip mahsus odalara komuşlar. Bu arada bütün bir fili teşrih edüp zincirler ile öyle tutturmuşlar ki, güya ayak üzre durur. Lakin, etten ve yağdan ari olup kemikleri birbirinden ayrılmamak için her bir mafsalı başka demir tellerle bağlamışlar. Her uzvu gereği gibi seyir ve temaşa olunur. Bütün kuşlar da öyle. Ve bir çok erkek, kadın ve çocuktan insanlar var, her uzvu seyrolunur. Etleri, yağları, damarları ve sinirleri dahi görünsün için, balmumundan her uzvu mücessem tasvir etmişler. Bir de temaşa olunur ve talebelere ders vaktinde gösterirler. Damarların, sinirlerin renklerini benzetmişler. Bu türlü işlerde dikkat ve ihtimamlarına söz yoktur. Ve bir dairesi daha Tabibhanedir. Anın dahi mahsus müderrisi var. Bahçe, ana teslim olunmuş.
Devâhaneyi vardık. Müteaddit odaları hep hücrelere bölmüşler. Şişeler ile türlü ilaçları toplamışlar. Öyle ki dünyada mevcut olandan bir şey hariç kalmamak üzere. Nice deniz ve kara acaibinden taşlar, ağaçlar ve miller ve madenler toplamışlar ki saymak kabil değildir.
Geldik bahçeye. Gezûp dolaştıkta, tıp kitaplarında adı geçen ve yazılı ne kadar nebat var ise toplamakta o mertebe ihtimam etmişler ki Acem ve Özbek diyarında hasıl olan nebatlardan getürüp dikmişler. (Ve Hindi'den ve Çin'den bilhassa Yeni Dünya'dan ol kadar ağaç çiçek ve nebatlar getürmüşler ki sayısı belli olmayan garip ve acayib görülmedik ağaç, çiçek ve nebatlar gördük ki görmeyenlere tarif ve tavsif ile ifade mümkün değildir.)
Paris şehrinin havası soğuk olmağla Yeni Dünya nebatlarının terbiyesine uygun olmadığından limonluk gibi kışlıklar yapup dört tarafını camla çevirmişler. Bunların altları boş olup ocaklar yapmışlar, şiddetli kışda Yeni Dünya havasına muadil olacak kadar ateş yakmağla hamam gibi altından ısıtırlar ve havası ılık olsun diye bakır döşeyip anınla ısıtırlar. İstediklerini elde etmek için bu mertebede dikkat ederler.
Bundan başka, nice saraylar ve kiliseler ve kitaphaneler seyir ve temâşâ olundu ki saymakla bitmez.
Paris şehri, aslında İstanbul kadar yoktur. Lakin binaları üçer, dörder kat olup yedi kat yapılmış haneleri dahi çoktur. Her tabakasında bir kalabalık, çoluk çocuklarıyla otururlar. Sokaklarında halk ziyade çok görünür. Zira avretler daima sokaklarda hâne be hâne gezmektedirler. Asla evlerinde oturmazlar. Erkek ve kadın karışık olmağla şehrin içi ziyade kalabalık görünür. Dükkânlarda oturup alışveriş edenler hep kadınlardır.
Sokakları geniş olup baştan başa dört köşe yontulmuş kaldırım taşı ile döşenmiştir. Hanelerinin çoğu kârgir binadır. Sağlam yapılmış, hoş görünüşlüdürler.
Şehrin ortasından Sen Nehri geçip üç ada hâsıl olmuştur. Şehrin ortasında kalup köprü ile bir taraftan öbür tarafa geçilir.
Bu şehirde ölmüş olan Koca Kral bir müneccimhâne bina etmiş ve Kasin adında bir üstad-ı kâmil için de bir rasatgâh yapmış bir büyük kârgir kule bina ettirmiş. Üç tabakadır ve her tabakasında müteaddit odalar var ki yıldızları gözleyecek rasat âletleri ile dopdolu. Cerri eşkal sanayiine müteallik hiçe âletler havasızlığı ve havayı tecrübe için âletler, suları yokuş yukarı çıkarmak için nice âletler ve dahi türlü garip sanatlara müteallik hesapsız âletler var ki sayılır gibi değil.
Heyet ve hendese âletleri sayısız idi ve çelik kürsüler üzerinde küreler var idi ki her birinin içine üç adam oturtmak kaabil idi. Ve daha nice görülmedik yıldızlara müteallik aletler seyir ve temaşa eyledük ki yıldızlar ilminden biraz haberi olan adam bu âletler ile kısa zamanda üstad olabilir.
Bu arada ay tutulması ve güneş tutulması bilmek için bir âlet icat etmişler. Birkaç daireden yapılı ve etrafına rakamlar yazılmış, ay ve güneş de işaret olunmuş. Daireler döndürüldükçe saat akrebi gibi bir mil var, ucu akçe gibi yuvarlak, kâh güneşe kâh aya uzanır.
Yine güneş dahi böyledir, gezegenleri seyr için durbin peyda etmişler. Şöyle ki: Âyinesi, berber âyinesinden büyük, tenekeden kubur etmişler, kuyu tulumbası gibi olmuş. Uzunluğu elli ziradan fazla. Ve bir gemi serenini dikine oturdup başına makara şeklinde bir tekerlek koyup bir âlet asmışlar. Ol âletin bir ucunu durbine sağlam bağlayup bir ucuna dahi kurşunlar ve demirler asmışlar. Cerri eşkal sanatı üzere bir adam o durbinin ucunu alçağa, yükseğe, öne, arkaya, sağa, sola çevirebilir.
Biz dahi ol durbin ile Ay'a baktık. Gayet büyük görünürdü. Durbine sığmaz idi ve hepsi bize öyle göründü ki içi sünger gibi bir ekmek somunu ortasından kessek nasıl görünürse öyle bir hâli vardı. Güya, Ay'da çukurlar ve tümsekler olup çukur yerler gölge olmağla mavi renkte görünür, zemini ise beyaz ve berrak gönünürdü.
Yirmisekiz Mehmet Çelebi

AÇIKLAMALAR

XVIII. yüzyıla kadar içine kapanık yaşayan Osmanlı İmparatorluğuna yeniliğe açık bir padişah olan 3. Ahmet ile sadrazamı Damat İbrahim Paşa döneminde (1718-1730) Batı ile ilişkiler gelişti.
Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi, aralarında oğlu Said Efendi'nin de bulunduğu kırk kadar maiyetiyle Ekim 1720 başlarında gemiyle kırk altı gün sonra Fransa'ya ulaştılar. Heyet Paris'te oldukça parlak bir törenle karşılanır. Halkın büyük ilgisini çeken Yirmisekiz Mehmet Çelebi, Kral'a 3. Ahmet'in mektubunu ve getirdiği değerli armağanları verir.
Yirmisekiz Mehmet Çelebi; sarayları, kaleleri, operayı, hayvanat ve botanik bahçelerini, ayna fabrikasını ve matbaayı inceler. Bir yıl sonra ülkesine dönen Mehmet Çelebi, sefaretnamesini padişah ve sadrazama sunar.
Ahmet Hamdi Tanpınar, hiçbir kitabın Batılılaşma tarihimizde bu küçük Sefaretname kadar önemli yer tutmadığı düşüncesindedir. Yirmisekiz Mehmet Çelebi, gördüklerini âdeta yeni bir dünya keşfetmiş gibi aktarır bizlere. Okulları, hastaneleri, rasathaneyi, anatomi yerlerini, limanları ve hiç bilinmeyen eğlence yerlerini anlatır.
Yirmisekiz Mehmet Çelebi, edebî eserlerin yazıldıkları dönemi yansıtan tarihi belge olduklarını kanıtlamıştır yazdığı benzersiz "Fransa Sefaretnamesi" adlı eseriyle.
Milletler uzun tarihleri boyunca edebiyatla ilgili sayısız eserler meydana getirirler. Edebiyat bir milletin hayat damarıdır. Edebiyat eserleri olmayan milletler uygarlaşamaz, tarih sahnesinden silinirler.
İşte edebiyat tarihi, bir ulusun yüzyıllarca meydana getirdiği edebî eserleri inceleyerek geçirdiği dönemleri kronolojik bir sıra içinde inceleyen bilim dalıdır.
Edebiyat tarihi, edebî eserlerle o eserleri yaratanları sosyal çevresi ile beraber inceler. Böylece geçmiş dönemlerde yaşayan atalarımızın duygu, düşünce ve sanat anlayışları hakkında bize bilgi aktarır. Bu konuda edebiyat tarihçisi Agâh Sırrı Levent, günümüz edebiyat tarihçisinin görevini şöyle anlatır: "Bugün gittikçe zenginleşen kültür dünyasında edebiyatın ufku genişlemiş, edebiyat tarihi de ağır görevler yüklenmiştir. Çağdaş edebiyat tarihçisi, şairleri unutulmaktan kurtarmak ya da eski zevkleri hikâye etmek için eserini yazmıyor. Sadece bilgi vermeyi de yeterli bulmuyor; incelemek, araştırmak, derinlere inmek, insanlığın gidişini, tarihini yazdığı ulusun dünya anlayışını kavrayıcı bir genişlikte yansıtmak istiyor. Edebiyat tarihi bunu yaptığı oranda görevini yapmış sayılır."
Bir başka deyişle edebiyat tarihi bir toplumun edebiyatının işlediği yolu ve geçirdiği dönemleri anlatan, edebiyat hayatını bütün olarak değerlendiren bir bilim dalıdır.
Edebiyat tarihi aracılığıyla değişik çağlardaki kültür birikimimizi tanırız.
Toplumların düşünce yapılarını, dünya görüşlerini öğreniriz. Bütün bu bilgiler bir edebiyat eserinin değerlendirilmesinde bize yol gösterir.
Ülkemizde Batılı anlamda edebiyat tarihi çalışmaları Tanzimat döneminde başlar. Bu alandaki ilk kapsamlı çalışma Fuad Köprülü'nün 1928 yılında yayımladığı Edebiyat Tarihi adlı eserdir. Ayrıca Ahmet Hamdi Tanpınar, Agâh Sırrı Levent, Nihat Sami Banarlı, Mustafa Nihat Özön, Vasfi Mahir Kocatürk, Ahmet Oktay, Şükran Kurdakul, İnci Enginun bu konuda önemli araştırmalar yapmışlardır.
Tarihin geçmiş dönemlerdeki olayları, savaşları, uygarlıkları belgelere dayanarak, yer ve zaman göstererek inceleyen bilim dalı olduğunu biliyorsunuz. Edebiyat tarihi de geçmiş dönemlerde yazılmış eserleri inceler, sonuçlar çıkarır. Ancak tarihin incelediği olay sona ermiştir. Edebiyat tarihinin incelediği eserin etkisi sanatın çağlara meydan okuyan gücü ile hâlâ sürmektedir.
Bir başka deyişle edebiyat tarihi ulusumuzun başlangıcından günümüze kadar üretilen edebî eserleri tarihsel gelişim çizgisi içerisinde incelerken o dönemin kültür ve sanat anlayışına bağlı kalır. Kişisel zevk ve heyecanını bir ölçüt olarak ele almaz. Örnek vermek gerekirse Abdülhak Şinasi Hisar'in "Fahim Bey ve Biz" adlı romanının kahramanı Fahim Bey'i incelerken Cumhuriyet döneminin sanat anlayışı her zaman göz önünde bulundurulması gerekir.

TÜRK EDEBİYATI TARİHİ NASIL HAZIRLANABİLİR?

Edebiyat tarihi bir bakıma hem bilimdir hem de sanatla ilgilidir. Bilimdir, çünkü edebiyat ve tarih belgelerini toplayıp değerlendirerek onlardan özgün bir sentez meydana getirir. Sanatla ilgilidir, çünkü edebiyat metinleri üzerinde çalışır. Ancak bilim olarak pozitif bilimler gibi gözleme ve deneye dayanmaz. Öğretici bir nitelik taşıdığı için de sanat eseri değildir.
Edebiyat tarihinin görevlerinden biri, edebiyat türlerinin gelişimini göstermektir. Bundan ötürüdür ki çeşitli türlerin doğuşunu, hangi etkenlerle nasıl geliştiğini, bu gelişmelerin nasıl bir yol izlediğini, dil ve teknikteki özelliğini belirtmek edebiyat tarihinde başlıca eksen olmalıdır.
Edebiyat tarihi çok geniş bir alanı kapsar. Yalnız edebiyat çerçevesi içinde kalan bir edebiyat tarihçisinin çalışmaları kısır kalmaya mahkûmdur. Tarih, filoloji, felsefe, bibliyografya, güzel sanatların bütün dalları, onun ilgi alanı içindedir. Gerçi edebiyat tarihi, bir kültür tarihi değildir. Ama, uygarlık tarihinin bir parçası olduğuna göre, edebiyat tarihçisi bunların hiçbirinden uzak kalamaz. Çerçeveyi aşmadan, orantıyı bozmadan bunların hepsinden yararlanacaktır.

Agâh Sırrı LEVENT

EDEBİYAT TARİHİ

Fuat Köprülü'nün tarihçi usulünden ayrılarak daha çok metin incelemelerine »ağlı psikolojik bir metodun savunucusu görülen Ali Nihat Tarlan, şunları öylemektedir:
"Edebiyat tarihçisi hangi cemiyetin edebiyat tarihini yazıyorsa, o cemiyetin eessüri hayatına ait malzemeyi bir obje olarak eline alıp asırlar boyunca yürüyüşlerini )ize gösterecektir. İlk iş olarak sanatkârın ruhi bina ve teşekkülünün belirtilerini mlmak mecburiyeti vardır. Bu bina, onun biyografisinin psikolojik cephesini inkâr nertebesinde son haddine kadar derinleştirmek ve verdiği edebî mahsulün aydınlığında »sikoloji kanunlarına göre ruhî portresini resmetmekle meydana gelir." Ahmet Hamdi Tanpınar ise edebiyat tarihinde estetikçi bir metodun temsilcisidir.
Edebiyat tarihinin asıl konusu eserler ve kişilerdir. Fakat, bir edibin yetişmesi ve bir eserin yazılması, tesadüfle olmaz. Edebî eser, bir toplumdaki çeşitli olayları yansıtan aynalar gibidir.
Belirli zamanlarda, millet hayatına tesir eden maddi ve manevi olaylar vardır. Vatan değişmesi, göçler, din, estetik, iktisadi, siyasi, teknik olaylar, toplumda olduğu gibi, onun edebiyatı üzerinde de izler bırakırlar.
Mesela; İslâmlık öncesi çok tanrılı devirdeki Türk edebiyatı ürünlerinin İslamlığı benimsedikten sonra yazılmış eserlerimizden önemli bir şekilde farklı olması, dinin debiyat üzerindeki etkisine canlı misaldir.
Şair ve yazarlarımızın İran edebiyatını tanıdıktan sonra bambaşka şekil ve öz aşıyan bir Divan Edebiyatı meydana getirdiler. Bu olay estetik değişmesinin debiyat üstündeki tesirini gösterir.

Ahmet KABAKLI
Türk Edebiyat Tarihi

Laηє†Li мєLєq

Laηє†Li мєLєq
Hiperaktif Üye
Hiperaktif Üye

İSLAMİYET ÖNCESİ TÜRK EDEBİYATI

Bilinmeyen bir tarihte başlamıştır. İslamiyet'in kabulüne kadar devam ede gelmiştir. Atlı- göçebe kültürünün izlerini taşımaktadır. Ölüm, yiğitlik, savaş, aşk konuları en çok işlenen konular olarak göze çarpmaktadır. İki koldan gelişmiştir.

A) SÖZLÜ EDEBİYAT

Şaman, kam, baksı, ozan adı verilen sanatçılar tarafından icra edilmiştir. Bu sanatçılar "kopuz"adı verilen bir saz aleti kullanırlardı. Doğuşu her ne kadar dini törenlere dayansa da zamanla din dışı konular da gelişmiştir.
*Hece ölçüsü kullanılmıştır.
*Aşk, doğa, ölüm konuları sık işlenmiştir.
*Anomin özellik taşımaktadır.
* Yarım kafiye kullanılmıştır.
*Koşuk, sav, sagu, destan başlıca ürünleri sayılır.

KOŞUK

Kopuz eşliğinde "sığır" denilen sürek avlarında söylenen lirik şiirlerdir. Günümüzdeki "koşma"ların ilk versiyonu sayılırlar. Kafiye şeması "aaab,cccb,dddb"şeklindedir.

SAGU

Yuğ adı verilen ölü törenlerinde ölümün acısının hafifletmek amacıyla söylenen günümüz "ağıt"larının ilk versiyonuna denir. Hece ölçüsünün 7'li-8'li parçaları sıkça kullanılmıştır.
Uyarı: Bilinen en eski sagu :"Alp er Tunga"sagusudur.

SAV

Atasözü demektir. Atasözlerimiz ilk defa "Divan-ı Lugati't Türk"kitabında bir araya getirilmiştir.

DESTAN

Toplumu derinden etkileyen savaş, kıtlık, afet vb. olayların olağanüstülüklerle bezendirilerek anlatıldığı manzum (bazen nazım- nesir karışık)uzun hikâyelere denir.
Destanlar "Doğal-Yapay"olmak üzere ikiye ayrılır.

Ayrıca bakınız>>> MİTOLOJi


1) DOĞAL DESTANLAR

Gerçekte var olan herhangi bir olayın milletin dilinde yüzyıllar süren bir anlatımdan sonra bir ozan tarafından kaleme alınması sonucu oluşan destanlara denir.

<BLOCKQUOTE>
Dünyadaki en önemli doğal destanlar:

Kalevala...............FİNLANDİYA
Mahabharata ...... HİNT
Ramayana ............HİNT
Şant do Rölant......FRANSIZ
Nibelungen............ALMAN
İgor.......................RUS
Beovful..................İNGİLİZ
İliada ...................YUNAN
Odyssa .................YUNAN
Şehname...............İRAN
Gılgamış...............SÜMER
Oğuz Kağan...........TÜRK
Ergenekon.............TÜRK
Manas ..................KIRGIZ </BLOCKQUOTE>
2)YAPAY DESTANLAR

Herhangi bir olaydan yola çıkarak bir ozanın destan kurallarına riayet edip oluşturduğu şiirlere denir.

Kaybolmuş Cennet (Milton)
Kurtarılmış Kudüs (Tasso)
İlahi Komedya (Dante)
Çılgın Orlando (Ludovico Ariosto)
Üç Şehitler Destanı ( Fazıl Hüsnü Dağlarca)
Çanakkale Şehitlerine (Mehmet Akif)
Türk Destanlarının Özellikleri:
* Çoğunlukla manzumdurlar (şiir şeklinde).
* Anonimdirler.
* Oluştukları dönemlerin özelliklerini taşımaktadırlar.
* Olağanüstü özellikleri çokça bulunmaktadır.
* Çok sonra yazıya geçirilmişlerdir.

<BLOCKQUOTE></BLOCKQUOTE>
Saka Türklerinin Destanları

* Alp Er Tunga Destanı: Türk-İran savaşlarıyla Alp Er Tunga'nın yiğitliklerinin anlatıldığı destanlardır.
* Şu Destanı: İskender ile Türkler arasındaki savaşların ve Hükümdar Şu'nun destanıdır.

Hun Türklerinin Destanları

* Oğuz Kağan Destanı: Hun Hükümdarı Mete'nin yiğitliklerini, ülkesini genişletip oğulları arasında nasıl bölüştürdüğünü anlatan destandır.

Göktürk Destanları

*Bozkurt Destanı: Savaşta yaralanan bir Türk'ün, dişi bir kurt tarafından kurtarılmasını, korunmasını ve Türklerin sözü edilen kurtla bu Türk'ten çoğaldığı anlatılır.
* Ergenekon Destanı: Bir yenilgi sonunda Ergenekon'a çekilen Türklerin orada çoğalıp, bir demir dağı erittikten sonra öçlerini alışlarını anlatan destandır.

Uygur Türklerinin Destanları

* Türeyiş Destanı: Uygur hakanının, üç kızını insanoğluyla evlendirmeyi uygun bulmayarak tanrıya, kızlarıyla evlenmesi ve Uygur Türklerinin bu evlenmeden çoğaldığı anlatılır.
* Göç Destanı: Türklerin, Kutsal taşı Çinlilere vermeleri üzerine, tanrı tarafından cezalandırılmaları kuraklığın başlaması nedeniyle de göç etmeleri anlatılır.

Daha ayrıntılı bilgi için ayrıca bkz.Türk Destanları - Dünya Destanları


Ayrıca bakınız>>> Destan Dönemi Türk Edebiyatı Sunusu/Slaytı



B ) YAZILI EDEBİYAT

Türklerin GÖKTÜRK alfabesini kullanmasıyla başlayan dönemdir. Daha eskilere ait maalesef herhangi bir eserimiz yoktur. Tarihi bilinen en eski yazıtımız(mezar taşı): Çoyren (687-692)dir.
Tarihimizin ve dilimizin ilk en önemli belgeleri Göktürk Yazıtlar(Orhun Kitabeleri)dir.
*Doğu Göktürklerine aittirler.
*725,732,735 yıllarında dikilmişlerdir.
*Vezir Tonyukuk, Bilge Kağan, Kültigin adına dikilmişlerdir.
*Yollug Tigin adlı bir yazara yazdırmıştır.
*Öz Türkçe ile yazılmıştır.
*Türk hakanlarının Göktürkleri nasıl birleştirdiklerini, devleti nasıl idare ettiklerini, gelecek kuşakların ne yapmaları gerektiğini anlatan bir nutuk (söylev)tur.
* Aslında birer mezar taşı olarak tasarlanmışlardır.
* Taşların üç tarafı Göktürk alfabesiyle bir tarafı da Çince yazılmıştır.
* Eserler şu an Moğolistan sınırları içindedir.
* 1900' lü yılların başında Strahlanberk tarafından bulunmuş, Danimarkalı Wilhelm Thomsen tarafından okunmuşlardır.

Yazılı Dönem Ürünleri


<BLOCKQUOTE>
Orhun Yazıtları
Uygur Metinleri
</BLOCKQUOTE>
Orhun (Göktürk, Köktürk) Yazıtları (Abideleri, Anıtları)

Çinlilere karşı bağımsızlık savaşı yapan, Türk bütünlüğünü yeniden kurmak için içte ve dışta savaşan Göktürklerin hikayesi anlatılır bu yazıtlarda. Bu abideler 38 harfli olan Göktürk alfabesiyle yazılmıştır. Bunlardan en önemli olanları 3 tanedir.
1. Vezir Tonyukuk Yazıtı (725): Dört bakana vezirlik etmiş olan Tonyukuk tarafından yazılmıştır. Daha çok Çinlilerle yapılan savaşlar anlatılmaktadır.
2. Kül Tiğin Yazıtı (732) : Göktürk hakanı Bilge Kağan'ın kardeşi Kül Tiğin'in ölümü üzerine Bilge Kağan tarafından dikilmiştir.
3. Bilge Kağan Yazıtı (735) : Göktürk hakanı Bilge Kağan'ın ölümünden sonra oğlu Tenri Kağan tarafından diktirilmiştir. Yazıt, Bilge Kağan'ın yeğeni Yollug Tigin tarafından yazılmıştır.
Son iki yazıt daha çok dönemin olaylarından, törelerden ve Bilge Kağan'ın ulusuna dilediği iyi dileklerden söz eder.

Uygur Dönemi Eserleri / Uygur Metinleri

Göktürk devletinin yıkılmasından sonra kurulan uygur hanlıklarından kalma eserlerdir Daha çok Buddha ve Mani dininin esaslarını anlatan metinlerdir. Bunlar turfan yöresinde yapılan kazılarda ortaya çıkarılmıştır. Uygurların kâğıda kitap basma tekniğini bildikleri anlaşılmaktadır. Dönemden kalma birçok hikâyenin yanında "kökünç" denilen bir ilkel tiyatro eserleri de vardır. Uygurlar bu eserleri 14 harfli uygur alfabesiyle yazmışlardır.
Sekiz Yükmek (Sekiz Yığın): Çinceden çevrilen Sekiz Yükmek'te Burkancılığa ait dinî - ahlâki inanışlar ve bazı pratik bilgiler vardır. Uygurlar arasında çok yayılan bu eser; kısa cümleleriyle, içten anlatımı ve zengin söz varlığıyla dikkati çeker.
Altun Yaruk (Altın Işık): Burkancılığın temellerini, felsefesini ve Buda'nın menkıbelerini içerir. Bunlardan en meşhurları "Şehzade ile Aç Pars Hikâyesi" (Açlıktan ölmek üzere olan parsı kurtarmak için kendini feda eden şehzadenin hikâyesi), Dantipali Beğ Hikâyesi (Emrindeki geyikleri kurtarmak için kendini feda eden geyikler beğini Dantipali Beğ öldürür ve korkunç alevler de Dantipali Beğ'i yutar) ve Çaştani Beğ Hikâyesi (Ülkesindeki insanlara hastalık ve bela getiren şeytanlarla Çaştani Beğ'in mücadelesidir.
Irk Bitig (Fal Kitabı): Göktürk yazısıyla yazılmış bir fal kitabıdır. Her biri ayrı fal olarak yazılan 65 paragraftan oluşur. Çeşitli inanışlar ve masal unsurlarının bulunduğu kitapta günlük dile ait pek çok kelime de vardır.
Kalyanamkara ve Papamkara Hikâyesi (İyi Düşünceli Şehzade ile Kötü Düşünceli Şehzade): Burkancılığa ait bir menkıbenin hikâyesidir. İyi düşünceli şehzadenin bütün canlılara yardım etmek ve canlıların birbirlerini öldürmelerini engellemek için bir mücevheri elde etmek üzere yaptığı maceralı yolculuk anlatılır.

Laηє†Li мєLєq

Laηє†Li мєLєq
Hiperaktif Üye
Hiperaktif Üye

İSLAMİYETİN KABULÜNDEN SONRAKİ TÜRK EDEBİYATI


Talas savaşından sonra Türkler kabileler halinde Müslüman olmaya başlamıştır. Karahan Devletinin hükümdarı Satuk Buğra Han zamanında İslamiyet resmi din olarak kabul edilmiştir.(942) B u tarihten sonra İslam'a dair eserler verilmeye başlanmıştır. Bu geçiş dönemine ait en önemli eserler şunlardır:

a) Divan-ı Lügat' it Türk.( Türk Dilinin Sözlüğü) ( 1072-1074 )



* Kaşgarlı Mahmut yazmıştır.
* Araplara Türkçeyi öğretmek amacıyla yazılmıştır.
* 1074 yılında bitirildiği düşünülüyor.
* Türkçenin ilk sözlüğüdür.
* Türklere ait gelenek göreneklerden tarihten folklordan bahsettiği için bir ansiklopedi özelliği taşımaktadır.
* Kitapta 7500 kelimenin Arapça karşılığı verilmiş olup ayrıca halk şiirleri, atasözleri, deyimler kullanılmıştır.
* Ebu' l Kasım' a sunulmuştur.
* Hakaniye Türkçesi ile yazılmıştır.
b) Kutatgu Bilig (Mutluluk Veren Bilgi) (1069- 1070 )



* 1069-1070 tarihlerinde Yusuf Has Hacip tarafından yazılmıştır.
Türk edebiyatının ilk siyasetnamesidir.
* Öğretici bir nitelik taşımaktadır.
* Tapgaç Buğra Han'a sunulmuştur.
* Devletin nasıl yönetilmesi gerektiği vurgulanmıştır.
* Hakaniye (Doğu ) Türkçesi ile yazılmıştır.
* 6645 beyitten müteşekkildir.
* Eserde öğütler; devlet, akıl saadet, adalet sembolleriyle verilmiştir.
* Hakaniye Türkçesi ile yazılmıştır.
* Aruz ölçüsüyle yazılmış ilk mesnevidir.
c) Divan-ı Hikmet



* Hoca Ahmet Yesevi tarafından yazılmıştır.
* İlahi aşk kavramı ilk defa bu eserde kullanılmıştır.
* Yesevi tarikatının esasları ve dinin temel öğretileri anlatılmıştır.
* 12. yy da yazılmıştır.
* Hece ölçüsüyle halk dili kullanılmıştır.

* Hakaniye Türkçesi ile yazılmıştır.
d) Atabet'ül Hakayık (Hakikatlerin Eşiği)



* Yüknekli Edip Ahmet tarafından yazılmıştır.
* 12. yyda yazılmıştır.
* Eserde ahlakın önemi ve yolları üzerinde durulmuştur.
* Beyit ve dörtlükler bir arada kullanılmış. Dolayısıyla aruz ve hece vezni birlikte kullanılmıştır.
KİTAB-I DEDE KORKUT



* Destandan halk hikâyesine geçiş döneminin ürünüdür.
* Dede Korkut 12 hikâyeden oluşur.
* Olağanüstü olaylarla gerçeğe uygun olaylar eserde iç içedir.
* Türklerin eski yaşam tarzları ile ilgili ayrıntılar yanında İslam dini ile ilgili özelliklerde vardır.
* Eserde geçen ''Dede Korkut''meçhul bir halk ozanıdır.
* Hikâyelerde oğuzların çevredeki boylar ile aralarındaki savaşlar ve kendi iç mücadeleleri yer alır.
* Hikâyelerin konuları; aşk, yiğitlik gösterisi, kahramanlık, boylar arasındaki savaştır.
* 15. yy'da kaleme alınmıştır.
* Eserin yazarı belli değildir. "
* Nazım ile nesir iç içedir.
* Hakaniye lehçesi kullanılmıştır.

Laηє†Li мєLєq

Laηє†Li мєLєq
Hiperaktif Üye
Hiperaktif Üye

Türkler onuncu yüzyıldan itibaren kitleler halinde İslamiyet'i kabul etmeye başlamışlardır. İslam kültürünün etkisiyle yavaşa yavaş yeni bir edebiyat ortaya çıkmıştır. Kendine özgü nitelikleri ve kurallarıyla "Divan Edebiyatı" adını verdiğimiz dönemin oluşumu 13.. yüzyıla kadar gelir. Daha sonra bu edebiyat anlayışı 19.yüzyıla kadar etkin bir şekilde varlığını sürdürür.
Diğer yandan, İslamiyet'ten önceki "Sözlü Edebiyat Dönemi", İslam kültürünün etkisiyle içeriğinde küçük değişimlere uğrayarak "Halk Edebiyatı" adıyla gelişimini sürdürür. Yani, bir anlamda "Halk Edebiyatı" dediğimiz edebiyat, İslamiyet'ten önceki edebiyatımızın İslam uygarlığı altındaki yeni biçimlenişidir. Oysa "Divan Edebiyatı" tamamen dinin etkisiyle şekillenmiş bir edebiyattır.
Türklerin Müslüman olduğunu kabul ettiğimiz 10.yüzyılla, Divan edebiyatının başlangıcı olarak kabul edilen 13. yüzyıl arasında İslamiyet'in etkisi altında verilmiş olan, bir anlamda geçiş dönemi ürünlerimiz sayılan eserler yer almaktadır.
İLK İSLAMİ ÜRÜNLER

KUTADGU BİLİG:

Kutadgu Bilig, Türk dilinin en temel eserlerinden ve Türk dili araştırmalarının en mühim kaynaklarındandır. İslâmî Türk edebiyatının adı bilinen ilk şair ve düşünürü Balasagun'lu Yusuf Has Hacib tarafından kaleme alınmıştır.
Eserini Balasagun'da yazmaya başlayan Yusuf, 1068 yılında memleketinden ayrılarak Doğu Karahanlı Devleti'nin merkezi olan Kaşgar'a gitmiş ve eserini 18 ay sonra, 1069 (Hicrî 462) yılında burada tamamlamıştır. Kitabını bitirince bunu, Karahanlı hükümdarı Tabgaç Buğra Han'a sunmuş, Han da eseri çok beğendiği için Yusuf'u, takdiren "Hâs Hâcib (Ulug Hâcib)" tayin etmiştir.

<BLOCKQUOTE>
Kutadgu Bilig'deki kahramanların temsil ettikleri değerler:

Kutadgu Bilig, dört ana karakter arasında geçen diyaloglardan oluşmaktadır. Eserdeki bu dört ana karakterin her birinin belirli bir sosyal rolü vardır ve her biri belirli bir değeri temsil eder.

Küntogdı hükümdardır ve hukuku/adaleti temsil eder;
Aytoldı
vezirdir ve saadeti/devleti temsil eder;
Ögdülmiş
de vezirdir ve aklı temsil eder;
Odgurmış ise akibeti/kanaati temsil eder.
</BLOCKQUOTE>
"Kutadgu" kelimesi, "saadet, kut" manasındaki "kut" kelimesinin üzerine isimden fiil yapan "+ad-" ekiyle fiilden isim yapan "-gu" ekinin eklenmesi sonucu oluşmuştur ve "bilig"le beraber "saadet, mutluluk veren bilgi/ilim" anlamını taşımaktadır.
Eser, insanlara dünyada tam anlamıyla kutlu olmak için gereken yolu göstermek amacıyla kaleme alınmıştır. Yusuf Hâs Hacib, eserinde aruz ölçüsünü kullanmıştır. İlâveler ile birlikte yaklaşık 88 başlık altında toplanan eserin esas kısmını oluşturan bölüm kısaltılmış mütekarip yani fa'ulun fa'ulun fa'ulun fa'ul ve vezniyle yazılmıştır (eserde yalnız bir dörtlük içinde tam mütekarip geçmektedir: bk. 3800-3801). 1.-6520. beyitler mesnevi tarzında kendi arasında kafiyelidir. Eserin sonuna eklenmiş olan parçalardan gençliğine acıyıp ihtiyarlığından bahseden 44 beyitlik bir kısım (beyit 6521-6564) tam mütekarip (fa'ulun fa'ulun fa'ulun fa'ulun) vezninde olup, kaside tarzında ve aa ba ca şeklinde devam etmektedir. Zamanenin bozukluğundan ve dostların cefasından bahseden 40 beyitlik bir parça (beyit 6565-6604) ise evvelki parçanın vezninde ve tarzındadır. Kitap sahibi Ulu Hâs Hâcib Yusuf'un kendi kendisine nasihat vermesinden bahseden 41 beyitlik parça da (6605-6645. beyitler) eserin aslı gibi, kısaltılmış mütekarip vezninde ve kaside tarzındadır.
O dönem için Türk edebiyatında yeni olduğu tahmin ve tasavvur edilen aruz ölçüsünün ilâve parçalardaki kafiye dışında, şair tarafından pürüzsüz bir şekilde kullanıldığı görülmektedir. Eser, yarı hikâye ve yarı temsil tarzında yazılmış olup, arada hareketi hazırlayıcı ve izah edici monologlara ve canlı tasvirlerin bulunduğu sahnelere yer verilmiştir.
Kaşgârlı Mahmut ve onun eseri Divânü Lügati't-Türk ile çağdaştır, hatta hemen hemen aynı yıllarda yazılmış olması o dönem Türkçenin gördüğü itibar açısından da dikkate değer.
Eser İndir: Yusus Has Hacip ve Kutatgu Bilig

Kutadgu Bilig -- Part 1 -- [1990] [7.8 MB] 10.sınıf edebiyat konu anlatımları Pdf2
Kutadgu Bilig -- Part 2 -- [1990] [8.3 MB] 10.sınıf edebiyat konu anlatımları Pdf2
Kutadgu Bilig -- Part 3 -- [1990] [10.3 MB] 10.sınıf edebiyat konu anlatımları Pdf2
Kutadgu Bilig -- Part 4 -- [1990] [7.2 MB] 10.sınıf edebiyat konu anlatımları Pdf2
Kutadgu Bilig -- Part 5 -- [1990] [3.6 MB] 10.sınıf edebiyat konu anlatımları Pdf2
Kutadgu Bilig -- Part 6 -- [1990] [3.8 MB] 10.sınıf edebiyat konu anlatımları Pdf2
DİVAN-I LUGAT-İT TÜRK:

Eserin adı, "Türk Dili'nin toplu(genel) Sözlüğü" anlamına gelir. Adından da anlaşılacağı gibi, eser bir sözlüktür; Araplara Türkçe'yi öğretmek amacıyla yazılmıştır. Bundan dolayı, Türkçe'nin Arapça karşısında savunulduğu bir eser olarak değerlendirilir. Eserde Türkçe sözcüklerin anlamları Arapça'yla açıklanmakta ve her maddeden sonra birtakım Türkçe metinler örnek olarak verilmektedir. Kaşgarlı Mahmut tarafından XI. yüzyılda yazılan eserin asıl önemi de, işte bu derleme Türkçe metinlerden ileri gelmektedir. Eserine bir de Türk illerinin haritasını koyan Kaşgarlı Mahmut, Türkçe sözcüklerin açıklamalarını yaparken dört yüze yakın dörtlükten oluşan şiirlerle atasözlerini (sav) örnek olarak verir. Divan-ı Lügat-it Türk, Türk dilinin ana eseri, Türk edebiyatının ve folklörünün bir hazinesi olarak kabul edilmektedir.
Edebiyatımızda aruz ölçüsünün ilk kullanıldığı eser olarak kabul edilmektedir. Eserde adaleti, aklı, saadeti ve devleti temsil eden dört kahramanın çevresinde gelişen olaylarla yazar, devlet idaresinin ve sosyal düzenin nasıl olması gerektiğini anlatır. Hakaniye Türkçesiyle yazılmış olan eserde 7500 civarında Türkçe sözcük Arapça olarak açıklanmıştır. Ayrıca Türk boylarının dilleri ve Türk illeri hakkında bilgi verir.

ATABETÜ'L-HAKAYIK:

12. yüzyılda Edip Ahmet Yükneki tarafından aruz ölçüsü ve dörtlüklerle yazılmıştır.
Atabetü'l Hakayık (Gerçeklerin Eşiği) , Edip Ahmet Yükneki'nin, Karahanlı beylerinden Muhammed Dâd Sipehsalar'a hediye ettiği, hadis ve Arapça beyitlere dayanarak yazdığı şiirlerle, ahlaklı insan olmanın yollarını, ahlak ilkelerini açıklamış, çeşitli ahlakî öğütlerde bulunmuş, İslamî düşünce ve görüşlere yol gösterici olmuştur. 'Hibetü'l-Hakayık', veya 'Aybetü'l-Akayık' olarak da isimlendirilir.Eserde dünyayı, tanrıyı, insanı bilmenin sadece bilim yoluyla olabileceği anlatılır. Bilginin faydası ve bilgisizliğin zararı hakkında olan konuyu işlemiştir.
Türk nazım birimi dörtlüklerle oluşan bu eserini şair, Yusuf Has Hacib'in 'Kutadgu Bilig'i gibi aruz vezniyle ve Kaşgar diliyle yazmıştır. Şairin bu eserini nerede ve ne zaman yazdığı kesin olarak bilinmemektedir. Atabetü'l Hakayık'ın Kaşgar diliyle, Uygur harfleriyle yazılmış ilk yazması İstanbul'da Ayasofya Kütüphanesi'nde bulunmaktadır.
Özellikleri:
. Gerçeklerin eşiği anlamına gelir.
. Konusu din ve ahlaktır.
. Didaktik (öğretici) bir eserdir.
. Mesnevi tarzında yazılmıştır.
. Nazım birimi olarak beyit ve dörtlük kullanılmıştır.
. Aruz ölçüsüyle yazılmıştır.
. Arapça ve Farsça kelimeler vardır.
. Telmih (hatırlatma) sanatı kullanılmıştır.
. Eserin Konusu:Eser 14 bölümden oluşur.Baştaki 5 bölüm giriş,şairin adını verdiği 8 bölüm asıl konu, sondaki 1 bölüm de bitiriş bölümüdür.
Giriş bölümleri {kaside}biçimiyle(aa ba ca da...) ,asıl konu ile ilgili bölümler ve bitiriş bölümü (dörtlüklerle) [aaba]yazılmıştır.Giriş bölümünde 80 beyit, asıl konu ve bitiriş bölümlerinde 101 dörtlük vardır.Eserin tamamı 484 dizeden oluşur.

DİVAN-I HİKMET:

12. yüzylda Ahmet Yesevi tarafından dörtlüklerle ve hece ölçüsüyle yazılmış dini, tasavvufi ve öğretici bir eserdir. Dörtlüklerin her birine "hikmet" adı verilmiş ve bu hikmetler Orta Asya ve Anadolu'da yayılarak halkı derinden etkilemiştir. Yesevilik tarikatının da kurcusu olan Ahmet Yesevi daha sonra Anadolu'da kurulan pek çok tarikata kaynak olmuştur.
Genel olarak dervişlik hakkında övgülerden bu dünyadan şikayetten cennet ve cehennem tasvirlerinden, peygamberin hayatından ve mucizelerinden bahsedilir. Dini ve ahlaki öğütler veren şiirlerede yer vermiştir. Hece ölçüsü olarak 4+3 ve 4+4+4 kullanılmıştır.
Özellikleri:
*Kitapta Allah aşkı Peygamber sevgisi işlenmiştir.
*Hikmet: Hoş, hayırlı anlamlarına gelir
*Sade ve yalın bir dil kullanılmıştır.
*Aruz ve hece ölçüsü kullanılmıştır.
*Dörtlük ve beyitle yazılmıştır.
*144 hikmet ve 1 münacaat 'tan oluşur.
*Eser karahanlı türkçesinin hakaniye lehçesiyle yazılmıştir
*İstifham (soru sorma) ve Tecahul-i Arif (bilmezlikten gelme) sanatları kullanılmıştır.
*Ahmet Yesevinin hikmetlerinin birleşmesiyle oluşmuştur.
*Ahmet Yesevi hikmetleri Karahanlı Türkçesiyle söylemiştir.
*Hikmetler dini tasavvufi şiirlerdir.
*Allah'a yakın olma isteği vardır.
*Şiirlerde ulusal ögeler(ölçü,nazım biçimi,yarım uyak)ile İslamlıktan gelme yabancı ögeler(din ve tasavvuf konuları, yabancı sözcükler)bir arada kullanılmıştır.
*Eserin uyaklanışı abcd dddb eeeb şeklindedir.Dördüncü dizelerin birbiriyle uyaklı oluşu hatta zaman zaman aynen tekrarlanışı bu şiirlerin musiki ile okunmak için söylendiğini gösterir.
*Divan-ı Hikmet'i Ahmet Yesevi yazmamıştır. Ahmet Yesevi'nin kurduğu tarikattaki Şaban Durmuş, Ahmet Yesevi'nin görüşlerini ve düşüncelerini kitap haline getirmişlerdir.
*Didaktiktir ve manzum bir eserdir.

Laηє†Li мєLєq

Laηє†Li мєLєq
Hiperaktif Üye
Hiperaktif Üye

Yusuf Has Hâcib ve Kutadgu Bilig


11. yüzyılın başlarında Balasagun'da doğmuş olan Yusuf Has Hâcib asil bir aileye mensuptur. Balasagun'da yazmaya başladığı Kutadgu Bilig (Mutluluk Bilgisi) adlı yapıtını 1069 yılında Kaşgar'da tamamlayarak Karahanlı hakanlarından Ebû Ali Hasan ibn Süleyman Arslan Hakan'a sunmuştur.
Kutadgu Bilig, her iki Dünya'da da mutluluğa kavuşmak için gidilmesi gereken yolu göstermek maksadıyla yazılmıştır. Yusuf Has Hâcib'e göre, öteki Dünya'yı kazanmak için bu Dünya'dan el etek çekerek yalnızca ibadetle vakit geçirmek doğru değildir. Çünkü böyle bir insanın ne kendisine ne de toplumuna bir yararı vardır; oysa başkalarına yararlı olmayanlar ölülere benzer; bir insanın erdemi, ancak başka insanlar arasındayken belli olur. Asıl din yolu, kötüleri iyileştirmek, cefaya karşı vefa göstermek ve yanlışları bağışlamaktan geçer. İnsanlara hizmet etmek suretiyle faydalı olmak, bir kimseyi, hem bu Dünya'da hem de öteki Dünya'da mutlu kılacaktır.
Yusuf Has Hâcib bu yapıtında bilimin değerini de tartışır. Ona göre, alimlerin ilmi, halkın yolunu aydınlatır; ilim, bir meşale gibidir; geceleri yanar ve insanlığa doğru yolu gösterir. Bu nedenle alimlere hürmet göstermek ve ilimlerinden yararlanmaya çalışmak gerekir. Eğer dikkat edilirse, bir alimin ilminin diğerinin ilminden farklı olduğu görülür. Mesela hekimler hastaları tedavi ederler; astronomlar ise yılların, ayların ve günlerin hesabını tutarlar. Bu ilimlerin hepsi de halk için faydalıdır. Alimler, koyun sürüsünün önündeki koç gibidirler; başa geçip sürüyü doğru yola sürerler.
Yusuf Has Hâcib, astronomi bilimini öğrenmek isteyenlerin, önce geometri ve hesap kapısından geçmesi gerektiğini söyler. Aritmetik ve cebir, insanı kemâle ulaştırır; toplama, çıkarma, çarpma, bölme, bir sayının iki katını, yarısını ve kare kökünü alma işlemlerini bilen, yedi kat göğü avucunun içinde tutar. Her şey hesaba dayanır.
Bir siyasetnâme veya bir nasihatnâme olarak nitelendirilebilecek Kutadgu Bilig, Yusuf Has Hâcib'in ve içinde yetiştiği çevrenin ilmî ve felsefî birikimi hakkında çok önemli bilgiler vermektedir. Platon'un devlet ve toplum anlayışı çok iyi bilinmekte ve uygulanmaya çalışılmaktadır. Bilimin ve bilginlerin değeri anlaşılmıştır; bilim, güvenilir bir rehber olarak düşünülmektedir.

KUTADGU BİLİG'den

Akıl senin için iyi ve yeminli bir dosttur. Bilgi senin için çok merhametli bir kardeştir.
Allâh'a sığın, onun emrine itaatsizlik etme!
Akıl süsü dil, dil süsü sözdür. İnsanın süsü yüz, yüzün süsü gözdür. İnsan sözünü dil dili ile söyler; sözü iyi olursa, yüzü parlar.
Allah'tan ne gelirse ona râzı ol!
Anlayış ve bilgi çok iyi şeydir; eğer bulursan, onları kullan ve uçup göğe çık.
Bir insan bütün dünyaya tamamen sahip olsa bile, sonunda dünya kalır; onun kısmetine ancak iki top bez düşer.
Bu dünya renkli bir gölge gibidir, onun peşine düşersen kaçar; sen kaçarsan o seni kovalar..
Bu dünyanın kusuru bin, meziyeti ise birdir. İnsan bunu nasıl geçirirse, o öyle geçer.
Bütün halka içten gelen merhamet göster.
Bütün iyilikler bilginin faydasıdır. Bilgi ile göğe dahi yol bulunur.
Büyüklük taslayan, kibirli ve küstah adam, tatsız ve sevimsiz olur; kibirli insanın itibari günden güne azalır.
Eğer kendine candan bağlı birisini arıyorsan, sözün kısası, kendinden daha candan birini bulamazsın.
Dâima iyilik yap ki, kendin de iyilik bul.
Doğan ölür, ondan eser olarak söz kalır. Sözünü iyi söyle, ölümsüz olursun.
Dünya ve âhireti her ikisini birden elde etmek istersen, şu birkaç işi bırakma; muktedirsen bunları mutlaka yerine getir!
Elini uzatarak gökteki yıldızları tutsan ve başın göğe değse bile, sonunda sen yine yerdesin.
Ey asil insan! insanlığı elinden bırakma; insanlığa karşı daima insanlıkla muamele et.
İşi adaletle yap, buna gayret et; hiç bir zaman zulüm etme; Allah'a kulluk et ve O'nun kapısına yüz sür.
Hangi iş olursa olsun, sen onu tatlı dille karşıla; her işte tatlı dil kullanırsan saadet sana bağlanır.
Hiç bir işte acele etme, sabırlı ol, kendini tut; sabırlı insanlar arzularına erişirler.
Diline ve gözüne sahip ol, boğazına dikkat et; az ye, fakat helal ye.
Hangi işe girersen, önce sonunu düşün; sonu düşünülmeyen işler, insana zarar getirir.
Başkasının zararını isteme, kendin de zarar verme; hep iyilik yap, kendi heva ve heveslerine hakim ol.
Bak, doğan ölür; ondan, eser olarak, söz kalır; sözünü iyi söyle! ölümsüz olursun.
İnsanın bunca zahmet çekmesi hep boğazı ve sırtı içindir; mal toplar, yiyemez; öldükten sonra da vebali altında kalır.
Ey nimet sahibi olan kimse, şükret. Şükredene Tanrı nimetini artırır.
İnsan nadir değil, insanlık nadirdir. İnsan az değil, doğruluk azdır.
İnsanın bunca zahmet çekmesi hep boğazı ve sırtı içindir. Mal toplar, yiyemez; öldükten sonra da vebalı altında kalır.
Çok mal aç gözlüyü doyurmaz. Ecel gelince pişman olur, fakat artık işini yoluna koyamaz.
Akıl bir meşaledir. Kör için göz, ölü vücut için can, dilsiz için sözdür.
Kötülük edersen, kötülüğün karşılığı pişmanlıktır. Elinden gelirse, kötülüğün inadına iyilik yap.
Çok dinle fakat az konuş. Sözü akıl ile söyle ve bilgi ile süsle.
Fenalık cahillikten doğar, hastalıklar kötülükler hep aynı noksanlıktan ileri gelir. Fakat tedavi ile hastalara şifa verilebilir; terbiye ile kötüler iyi edilebilir; okumak yoluyla da bilgisizlere bilgi verilmiş olur.
Gönlünü ve dilini doğru tut!
Gurur faydasızdır, o insanları kendinden soğutur. Alçak gönüllülük ise insanı yükseltir.
Halka faydalı ol, onlara zarar verme!
Her mahlûk kendi nasibini alır. Yürüyenler yiyeceklerini ve uçanlar da yemlerini bulurlar.
Her sözü söz diye ağzından çıkarma. Lüzumlu olan sözü düşünerek ve ihtiyatla söyle.
Her bakımdan tam zengin olmak istersen, kanaatkâr ol. Böylece kendi nasibini elde etmiş olursun.
Huzur istersen zahmet ile birlikte gelir. Sevinç istersen kaygı ile birlikte bulunur.
İşe acele ile girme, sabır ve teenni ile hareket et. Acele yapılmış olan işler yarın pişmanlık getirir.
İnen yükselir, yükselen iner, parlayan söner ve yükselen durur.
İnsan süsü, yüz; yüzün süsü, göz; aklın süsü, dil; dilin süsü, sözdür.
İnsan, binlerce yaşasa, arzu ettiği şeylere kavuşsa bile, yine dileği bitmez.
İnsana insanlığı nisbetinde mukabelede bulun. Böyle mukabelede bulunduğu için, insana insan adı verilmiştir.
İnsanı dil kıymetlendirir ve insan onunla saadet bulur. İnsanı dil kıymetten düşürür ve insanın dili yüzünden başı gider.
İnsanların seçkini insanlığa faydalı olan insandır. Halk nazarında muteber kimse, merhametli olan insandır.
İyi hareket et, kötülerin zararlarını ortadan kaldır!"
Kara toprak altındaki altın, taştan farksızdır. Oradan çıkınca, beylerin başında tuğ tokası olur.
Kimin sana biraz emeği geçerse, sen ona karşılık daha fazlasını yapmalısın.
Kötülük değersiz bir şey olduğu için, onu yapan da değersizdir.
Menfaat sandalyeye benzer; başında taşırsan seni küçültür, ayağının altına alırsan seni yükseltir.
Öfke ve gazapla işe yaklaşma; eğer yaklaşırsan, ömrü heder edersin.
Söz ağızda iken sahibinin esiridir, ağızdan çıktıktan sonra sahibi onun esirdir.
Yalnız kendi menfaatini gözeten dosta gönül bağlama. Fayda görmezse, sana düşman olur, ondan vazgeç.

Laηє†Li мєLєq

Laηє†Li мєLєq
Hiperaktif Üye
Hiperaktif Üye

İLAHİ








google_protectAndRun("ads_core.google_render_ad", google_handleError, google_render_ad);

İlahi, Allah'ı övmek, O'na dua etmek ve en büyük aşkın Allah aşkı olduğunu belirtmek amacıyla yazılmıs makamla okunan dini tasavvufi halk edebiyatı nazım şeklidir. Arapça kökenli bir kelimedir. Bir başka kullanımı da şaşma ve sitem bildiren ünlemdir.
İlahiler çok eski zamanlardan bu yana dinlerin ve inançların önemli bir parçasını oluşturmuştur. Her dinin ilahilere farklı bir bakışı vardır. Her dinin farklı ilahileri vardır. İlahiler bir dinin kutsal metinlerinin bir parçasını oluşturup, kutsi bir mahiyete sahip olabilir veya sadece o dinin inandığı Tanrı veya tanrısal mefhumları övmek için inananlar tarafından yazılmış, kutsiyeti bulunmayan metinler de olabilirler. İlahiler çoğu dinde din eğitiminin önemli bir parçasıdır. Bazı dinlerde ve inanışlarda ilahi söylemek bir tür ibadettir. Fakat, ilahi söylemek çoğu inanışta belirli ibadetlerin sadece bir parçasını oluşturur.

İlahiler tarikatlere göre değişik isimler alır. Mevlevilerde ayin, Bektaşilerde nefes, Alevilerde deme(deyiş), diğer tarikatlerde de cumhur ve ilahi adını alır.
İlahi nazım şeklinin öncüsü Yunus Emre'dir.Yunus Emre, şiirlerini halkın anlayabileceği sade bir dille yazmıştır.Hece ölçüsü kullanmıştır.11'li hece ölçüsünü kullanmıştır.Halkın içinden biri olduğu için halk tarafından çok sevilmiştir ve dili halkın dilidir.

İlahi Nazım Şekli Özellikleri

1. Allah'ı övmek ve O'na yalvarmak için yazılan, Allah sevgisiyle, insan sevgisini bütünleştiren içten şiirlerdir.
2. Özel bir beste ile söylenir.
3. Hece ve vezninin 7'li, 8'li ve 11'li kalıbıyla söylenirler.
4. Dörtlüklerden oluşur. Dörtlük sayısı 3 ila 7 arasında değişir.
5. Genelde şiirin içinde şairin mahlası geçer.
6. İlahi denince akla Yunus Emre gelir.
Not: İlahiler tarikatlara göre farklı isimler alır: Mevleviler'de âyin, Bektaşilerde nefes, Aleviler'de deme, Gülşeniler'de tapuğ, Halvetiler'de durak, öteki tarikatlar da hur ya da ilahi gibi.

<BLOCKQUOTE>
Aşkın aldı benden beni
Bana seni gerek seni
Ben yanarım dün ü günü
Bana seni gerek seni
Ne varlığa sevinirim
Ne yokluğa yerinirim
Aşkın ile avunurum
Bana seni gerek seni
Aşkın aşıklar oldurur
Aşk denizine daldırır
Tecelli ile doldurur
Bana seni gerek seni
Aşkın şarabından içem
Mecnun olup dağa düşem
Sensin dünü gün endişem
Bana seni gerek seni
Sufilere sohbet gerek
Ahilere ahret gerek
Mecnunlara Leyla gerek
Bana seni gerek seni
Eğer beni öldüreler
Külüm göğe savuralar
Toprağım anda çağıra
Bana seni gerek seni
Cennet cennet dedikleri
Birkaç köşkle birkaç huri
İsteyene ver anları
Bana seni gerek seni
Yunus'durur benim adım
Gün geçtikçe artar odum
İki cihanda maksudum
Bana seni gerek seni( Yunus Emre )</BLOCKQUOTE>

Laηє†Li мєLєq

Laηє†Li мєLєq
Hiperaktif Üye
Hiperaktif Üye

NEFES








google_protectAndRun("ads_core.google_render_ad", google_handleError, google_render_ad);

Nefes, dini temellere bağlı aşık edebiyatı nazım şekillerinden ilahilerin Alevi-Bektaşi aşıklarınca yazılanlarına denir. Konusu genellikle tasavvuftaki vahdet-i vücud, Alevi-Bektaşi ilkeleri, tarikat kurallarıyla ilgilidir. Dili sade bir Türkçe olan nefesler biçim olarak koşmaya benzer. Dörtlükler halinde hece ölçüsünün 7, 8, 11'li kalıpları ile ya da az da olsa aruzla yazılanlara rastlanmaktadır. Dörtlük sayısı 3-7 arasında değişir. Fazla da olabilir.

Nefes Nazım Biçimi Özellikleri


1. Bektaşi şairlerinin yazdığı tasavvufi şiirlerdir.

2. Genellikle, nefeslerde tasavvuftaki Vahdet-i Vücud felsefesi anlatılır.

3. Bunun yanında Hz. Muhammed (A.S.M) ve Hz. Ali (R.A) için övgüler de söylenir.

4. Nazım birimi dörtlüktür. Dörtlük sayısı 3 ila 8 arasında değişir.

5. Hece ölçüsüyle yazılırlar. Ama aruz ölçüsüyle yazılan nefesler de vardır.

6. Nefeslerde, kalenderâne ve alaycı bir üslup dikkati çeker.

7. Duygu ve düşünceleri nükteli bir şekilde ve zarafet ölçüleri içinde söylemek nefesin en belirgin özelliğidir.

<BLOCKQUOTE>
Eşrefoğlu al haberi
Bahçe biziz bağ bizdedir
Biz de mevlanın kuluyuz
Yetmiş iki dil bizdedir
Erlik midir eri yormak
Irak yoldan haber sormak
Cennetteki ol dört ırmak
Coşkun akan sel bizdedir
Adem vardır cismi semiz
Abdes alır olmaz temiz
Halkı dahleylemek nemiz
Bilcümle vebal bizdedir
Biz erenler gerçeğiyiz
Has bahçenin çiçeğiyiz
Hacı bektaş köçeğiyiz
Edep erkan yol bizdedir
Kuldur Hasan Dede'm kuldur
Manayı söyleyen dildir
Elif hakka doğru yoldur
Cim ararsan dal bizdedir
</BLOCKQUOTE>

Laηє†Li мєLєq

Laηє†Li мєLєq
Hiperaktif Üye
Hiperaktif Üye

Laηє†Li мєLєq

Laηє†Li мєLєq
Hiperaktif Üye
Hiperaktif Üye

Battalname








google_protectAndRun("ads_core.google_render_ad", google_handleError, google_render_ad);

Seyyid Battal Gazi'ye ait kahramanlık hikâyelerini içine alan bir eserdir. Battal Gazi, 8. yüzyılda Emevilerin Anadolu'da Bizanslılara karşı açtıkları savaşlarda "Battal" (kahraman) lakabıyla ün kazanmış Müslüman bir Arap kumandanı olup asıl adı Abdullah'tır. Bu Müslüman kumandan hakkında söylenen kahramanlık hikâyeleri ve menkıbeler, 11. yüzyıldan itibaren Türkler arasında büyük rağbet görmeye başlamış ve Battal Gazi, gazi-velî hüviyetiyle yüceltilerek destan kahramanı haline getirilmiştir.

Battalname'de Battal Gazi'nin Anadolu'da Hıristiyanlarla yaptığı savaşlar konu edilmektedir. Bu savaşlarda merkez saha genellikle Malatya yöresidir. Savaşlar İslâmiyet-Hıristiyanlık mücadelesi şeklinde dini bir hüviyet taşır. Cihad ve gaza ruhu kendini kuvvetli bir biçimde hissettirir. Battal Gazi bu savaşlarda bir "evliya" karakteri sergiler. Devler ve caddarla savaşır; okuduğu dualarla büyüleri bozar; ateşte yanmaz; göz açıp kapayıncaya kadar uzun mesafeler aşar; Hızır'la yoldaştır, sıkışık zamanlarda ondan yardım görür. Kâfirleri İslâm'a davet eder, davetini kabul etmeyenleri öldürür. Her savaşın sonunda elde ettiği malı mülkü din uğruna savaşan yiğitlere dağıtır.
Türk gazi tipinin mükemmel bir örneğini aksettiren Battal Gazi, gerek kahramanlığı, gerekse evliya karakteriyle Anadolu insanı üzerinde son derece etkili olmuştur. Bu yüzden de Battalnâme Anadolu halkı arasında asırlarca sözlü olarak yaşamıştır. Ayrıca Anadolu dışında yaşayan Türk toplulukları arasında da sevilmiş, yazılıp okunmuştur. Tamamen Müslüman Türk geleneklerine göre meydana getirilmiş olan Battalnâme'nin yazıya geçiriliş tarihi henüz kesin olarak tayin edilememekle birlikte, eserin 11-11-2. yüzyıllarda Danişmendliler zamanında söylendiği ve Danişmendnâme'nin yazılış tarihi olan 643'ten (1245-46) önce yazıldığı tahmin edilmektedir.
Battalnâme'nin bugün bilinen nüshaları arasında yazıldığı döneme ait olanı yoktur. Eldeki nüshalar daha sonraki dönemde yazılmışlardır. Bilinen en eski nüsha 840 (1436-37) tarihini taşımaktadır (Arkeoloji Ktp., nr. 1455).15 Battalnâme, Darendeli şair Bakai (ö. 1785) tarafından 1183'te (1769) manzum olarak da yazılmıştır.

BATTAL GAZİ DESTANI'NIN DOĞUŞU


8.asırda başlayıp İstanbul'un Sultan Mehmet tarafından fethine kadar beş yüz yıl devam etmiş önce Arap-Bizans sonra Türk-Bizans mücadelesinin atmosferi içinde doğmuş bir destandır.

BATTAL NAMENİN KONUSU NEDİR?


8.Yüzyılda Anadolu'da Emevilerin Hıristiyan Bizanslılara karşı açtığı savaşlarda Battal lakabıyla ün kazanmış bir Müslüman kumandanın kahramanlıkları anlatılmaktadır.

BATTAL LAKABINI NEDEN ALMIŞTIR?


Mervan'ın oğlu Mesleme'nin (715) İstanbul kuşatmasında,kahramanlıklarıyla büyük ün yaptığından kendisine Battal (kahraman) lakabı verilmiştir.

BATTAL GAZİ KİMDİR?


Arap tarihçilerine göre Emeviler devrinde meydana gelen İstanbul kuşatmasında üstün kumandanlık ve yiğitlik vasıfları göstermiş ABDULLAH adlı bir kahramandır.
740 yıllarında Hıristiyan'larla yapılan savaşta ölmüştür. Eskişehir'de Akroin denilen yerde vefat etmiştir.
İstanbul surları dibinde gömülü olduğuna inanılır. Antakyalı ve Şamlı diyenler olduğu gibi Emeviler hizmetinde çalışan bir Türk olduğu da söylenir.

Battalname Destanında Tema

Kahramanlık

Battalname Destanında Mekân

Malatya ve Harput'tan İstanbul surlarına kadar olan bölgedir.

Battalname Destanı Dil Özellikleri


Battal name nesir halinde kaleme alınmakla beraber içinde bazı manzum bölümler de bulunmaktadır.
Battalname üslubu,hatta kelimeleri cümle kuruluşu ile Dede Korkut Hikayelerine benzer.
Örnek: Seyyit,yürüdü kaleyi dolaştı ki fırsat bula,kaleyi ala. Bir yere vardı, gördü ki su gider.Ol suyu gözetti. Su geldi, bir deliğe girdi.Seyit eyitti:"İş bu hisara gider,eğer çare olursa iş bundan olur." dedi.
Olağanüstülükler, abartmalar, kutsi özellikler vardır.
AŞKAR :Battal Gazi'nin atıdır. Gökten inmiş hatta Kâbe toprağından yaratılmıştır. Hz.Adem'den beri peygamberlerin, Hz.Muhammet'in (s.a.s), Hz.Ali ve Hz.Hamza gibi yiğitlerin atı olmuştur. Ölümsüz at,Battal'ı nice bela ve felaketlerden kurtarmaktadır.

BATTAL GAZİ'NİN AMACI


İslam'ı dört bir yana yaymaktır.

BATTAL GAZİ'NİN KARAKTERİ:


İslamın bütün emirlerini ahlâkını, adâlet, şefkat, insaniyet hükümlerini yerine getirir. Zayıfı, düşkünü kadını öldürmez, asla şarap içmez, harama bulaşmaz. İslam ilimlerini ve diğer dinleri oldukça iyi bilir. Dürüst, adaletli, alçak gönüllüdür. Tam bir Müslüman hayatı sürdürür. Derin bir manevi aşkı vardır.

DESTANDAKİ TİPLER

BATTAL GAZİ
Cesurdur,hiçbir şeyden korkmaz. Tek başına bir orduya karşı savaşır. Bizanslılar, Hıristiyanlar, İslam'ı kabul etmeyen bütün din mensupları, Mecusiler, ateşperest ve putpereslerle vuruşur. Hepsini İslam'a davet eder. Olağanüstü yetenekleri vardır,keramet gösterir.
Battal Gazi insanların yanında olağanüstü varlıklarla da; devler, cinler, gulyabanilerle de vuruşur. Bu savaşlar esnasında ona peygamber ve evliyalar yardım eder. Her savaş sonunda ganimetten pay almaz, ganimeti din uğruna savaşan askerlere dağıtır. Kendi sembolik bir şey alır.Ör : Kılıç

METİNDEKİ OLAĞANÜSTÜLÜKLER:


Daha 14 yaşında iken bileği bükülmez kahraman olması,silah kullanması ve her dem yeni bir icatla en büyük tehlikelerden kurtulmasıdır.
Peygamber soyundan olması.
Her savaşta galip olması.

İSLAM-TÜRK GELENEĞİNE AİT DEGERLER NELERDİR?


Yiğitlik
İmanlı olmak
Cömertlik
Yalan söylememek
Kötülüğe karşı iyilikle mukabele etmek gibi faziletlerdir.

İSLAMIN ETKİSİNİ BİR KISA BÖLÜM İLE ANLATALIM;


Akdağda düşmanın deniz gibi oldugunu gören BATTAL GAZİ ellerini göğe acarak:"Ey ulu ALLAH'ım!Bütün zorlukları kolaylaştıran sensin.Ne olur bu zayıf kuluna biçareye lütfûnu ihsan et.Bu melunları bu alçakları,din düşmanlarını benim önümde boyun eğdir."diye dua eder.

ÖLÜMÜYLE İLGİLİ RİVAYET


Afyonkarahisar'da 740 yılında öldüğü konusunda tarihçilerin birleştiği Battal Gazi ile yakın arkadaşı Ahmet Tarhan kaleyi ele geçirmek için sıkı bir kuşatma yapar, içeridekilerin dışarısı ile bütün bağlantılarını keser.
Kale komutanı, bunun üzerine Bizans İmparatoru' na haber salar ve 100 000 kişilik bir ordu yardım için yola çıkar. Kalenin burçlarından Battal Gazi'yi görerek aşık olan komutanın güzel kızı O'na bir kötülük gelmemesi için çimler üzerinde uyumakta olan Battal Gazi'ye bağırır, ancak duyuramaz. Sonra bir kağıt yazar, taşa sararak üzerine atar. Battal Gazi, bir iki kıpırdandıktan sonra hareketsiz kalır.
Battal'ın uyunmadığını gören kız telaşlanır, babasına Türklerin komutanının çayırda uyuduğunu söyler ve güya O'nu öldürmek için zehirli bir hançer ister. Battal Gazi'nin yanına gelen kız onu ölmüş olarak bulur. Çünkü attığı taş, Battal'ın kulağına gelmiş ve ölümüne neden olmuştur. Kız üzülür ve hançeri kendi kalbine saplayarak hayatına son verir.
Bizans ordusu kalenin eteklerine geldiğinde amansız bir savaş başlar, Ahmet Tarhan askerleriyle birlikte şehit olur. Ahmet Tarhan Karahisar Kalesi'nin eteklerinde, şu anda Ulu Camii 'nin karşısındaki mezarına gömülür. Yenilgiden sonra çok şiddetli bir fırtına başlar ve Battal'ın cesedini Eskişehir dolaylarına atar. Böylece Bizanslılar, Battal Gazi'nin öldüğünü anlayamaz ve daha uzun süre onun korkusuyla yaşarlar.

ÖLÜMÜYLE İLGİLİ RİVAYET


<BLOCKQUOTE>
BATTAL GAZİ
Battalın kır atı barışta coşar,
Cihan da sevilmiş er Battalgazi,
Vatanı uğruna dağları aşar,
Düşmanları yakar kor Battalgazi.

Hasımları korkar Battal şanından,
Sevdikleri ayrılmadı yanından,
Saldırı yapanlar oldu canından,
Düşmanlara oldu sur Battal Gazi.

Kalemim yazıyor yüreğim söyler,
Bağrında yetişmiş Paşalar ,Beyler,
Akıncın zalimi yolundan eyler,
Serdarın doğduğu yer Battal Gazi.

Bir yiğit şahlanmış Seyyid soyundan,
Herkes örnek almış güzel huyundan,
Yenilmemiş savaş adlı oyundan,
Yiğidini yenmek zor Battal Gazi.
Çokları göz dikmiş bu cennet yurda
İslam'ın ordusu savaşmış burda,
Düşman orduları kalmışlar zorda,
Yolların düşmana dar Battal Gazi.

Fırat nehri ile yakın arası,
Malatya şehriydi önce burası,
Şimdi bizde beyim nöbet sırası,
Oluruz vatana yar Battal Gazi.

Kaya der toprağın şehitler kanı,
Her yanda görülür tarihi anı,
Atalar koymuşlar uğruna canı,
Nice şehitlerin var Battal Gazi. ( Osman Kaya )
</BLOCKQUOTE>
SEYYİT BATTAL GAZİ KÜLLİYESİ


Eskişehir'in Seyitgazi ilçesinde Üçler Tepesi'ndedir. 1207-1208 yıllarında Anadolu Selçuklu Sultanı 1. Alaaddin Keykubat'ın annesi Ümmühan Hatun tarafından yaptırılmıştır. Rivayete göre Battal Gazi Ümmühan Hatun'un rüyasına girmiş ve: "Ey Hatun! Ben O kişiyim ki Diyarı Rûm'u aldım, kâh karada, kâh denizde doksan yıl gazilik ettim. Sonunda Mesihiye kalesinde şehit oldum. Gel beni ziyaret et, Üzerime bir türbe yap!."demiştir. Ümmühan Hatun da mezarı bularak türbe ve adına bir külliye yaptırmıştır.

1010.sınıf edebiyat konu anlatımları Empty Geri: 10.sınıf edebiyat konu anlatımları Ptsi Ocak 11, 2010 1:57 am

Laηє†Li мєLєq

Laηє†Li мєLєq
Hiperaktif Üye
Hiperaktif Üye

1110.sınıf edebiyat konu anlatımları Empty Geri: 10.sınıf edebiyat konu anlatımları Ptsi Ocak 11, 2010 1:58 am

Laηє†Li мєLєq

Laηє†Li мєLєq
Hiperaktif Üye
Hiperaktif Üye

Danişmendname

11. yüzyılda İç Andolu'da Bizans'a karşı yaptığı fetihlerle şöhret bulan Danişmend Gazi'nin adı etrafında teşekkül etmiş fetih menkıbelerinden oluşan destani roman niteliğinde bir eserdir. Danişmendnâme de Battalnâme gibi İslâm'ın cihad ve gaza örgüsüne dayalı olarak meydana getirilmiştir. Bu bakımdan iki eser arasında sıkı bir bağlantı bulunmaktadır. Bu sıkı ilişki yüzünden Danişmendname'yi Battalnâme'nin devamı olarak kabul edenler bile olmuştur.
Dânişmendnâme, Anadolu Selçuklu hükümdarı II. İzzeddin Keykâvus'un emriyle, münşilerden İbn Âlâ tarafından 642 (1245) yılında, gaziler arasında dolaşan menkıbelerin derlenmesi sonucu meydana getirilmiştir. Ne var ki, bu ilk yazılıştan bugüne hiçbir nüsha ulaşmamıştır. Ancak İbn Alâ'nın bu eseri, daha sonra Tokat Kalesi dizdarı (kale bekçisi) Arif Ali tarafından manzum ve mensur olarak yeniden kaleme alınmıştır. Bu ikinci yazılış konusunda kesin bir tarih belli değilse de, araştırıcıların çoğu II. Murad devrinde (1421-1451) kaleme alındığı konusunda birleşirler. Bugün mevcut nüshaların hepsi Arif Ali'nin yazdığı nüshayı aksettirmektedir. Bunun yurt içi ve yurt dışı kütüphanelerinde pek çok nüshası bulunmaktadır.
Yazıldığı ilk şekillerde günümüze ulaşmayan bu eserler yanında, Selçuklular döneminden günümüze ulaşmış eserler de bulunmaktadır. Bunlar daha ziyade ahlâki-dini nitelikli, halka dini konuları anlatmak amacıyla yazılmış öğretici nitelikteki eserler ile, Mevlânâ, Ahmed Fakih, Sultan Veled, Şeyyad Hamza, Hoca Dehhâni, ve Yunus Emre'ye ait olan şiirlerdir.
Danişmendname;
Anadolu'nun Müslüman-Türklerin hakimiyetine girmesi hakkında yazılmış halk destanı. Danişmend Gazi ve Melik Gazi'nin kahramanlıklarını, gazalarını anlatan, Battalname tarzında yazılmış olan Danişmendname'nin ne zaman ve kimin tarafından yazıldığı kesin olarak bilinmemektedir.

Eser ilkönce Anadolu Selçuklu Sultanı İkinci İzzeddin Keykavus'un emriyle İbn-i Ala tarafından derlendi. İbn-i Ala halk arasındaki rivayetlerin doğrularını toplayıp, Danişmendname'yi yazdı. Hikaye edilen vak'alarla adı geçen kahramanların tarihten alınmış olması ve coğrafi isimlerin Anadolu'ya uygunluğu, eserin Türk edebiyatında uzun süre tarih kitabı gibi kabul edilmesine sebeb oldu. Osmanlı Hükümdarı Sultan İkinci Murad'ın emriyle Tokat Dizdarı Arif Ali, Danişmendname'yi Türkçe olarak aralarında manzum parçaların da bulunduğu bir nesir diliyle 17 bölüm halinde yazdı.

Danişmendname'nin konusu özetle şöyledir: Peygamber efendimizin hicretinden 360 sene sonra, Battal Gazinin torunlarından Melik Ahmed Danişmend, halifeden izin alarak, birçok beyle birlikte Anadolu'da fetihlere başlar. Uzun bir zamandır harab olan Sivas'ı mamur hale getirerek buraya yerleşir. Burada mücahidleri ikiye ayırır. Turasan idaresindeki mücahidler İstanbul üzerine giderler. Fakat Alemdağ önlerinde şehid olurlar. Melik Ahmed Danişmend ise Sivas'tan Karadeniz'e kadar olan bölgeyi fethetmeyi kararlaştırır. Artuhi isminde bir Hıristiyanın Müslüman olmasına vesile olur ve onu yanından ayırmaz. Tokat, Zile, Amasya, Çorum ve Niksar bölgelerini fethederek halkı Müslüman olmaya davet eder.

Halkın büyük bir kısmı İslamiyeti seve seve kabul eder. Ancak bir müddet sonra Niksarlılar dinden çıkarak bölgedeki birçok Müslümanı öldürürler. Danişmend Gazi, Niksar'ı tekrar alarak Canik'e doğru yola çıkar. Fakat yolda pusuya düşürülerek şehid edilir. Vasiyeti üzerine Niksar Kalesi karşısında bir yere defnedilir.

Danişmend Gazinin şehid edilmesinden sonra Hıristiyanlar kaybettikleri yerleri tekrar alırlar. Danişmend Gazinin oğlu Melik Gazi Bağdat'a giderek halifenin huzuruna çıkar. Babasının fethettiği yerleri Hıristiyanlardan tekrar alır. Niksar'a babasının mezarının üzerine bir türbe yaptırır. Melik Gazinin fetihlerini Anadolu Selçukluları hakimiyetine bağlayan destanda olaylar birbiri arkasına devam ettirilerek anlatılır.

Battalname'nin bir devamı olarak kabul edilen bu eserde münacaatlar, Allah'a sığınıp yardım dilekleri, Hızır aleyhisselamın görünüp yaraları iyileştirmesi, bazı Hıristiyanların rüyalarında Peygamber efendimizi görerek Müslüman olmaları, kimi Hıristiyan kızlarının mücahidlerle evlenmeleri gibi dini motifler yanında tarihi ve efsanevi unsurlar da çoktur. Eserin son bölümü bir sonsözden ibarettir. Yazar burada dünyanın faniliğinden bahsederken dini ve ahlaki nasihatler verir. Danişmendname'de tarihi, masallaştıran ve pekçok vak'a için yanında tarihe ışık tutan parçalar da vardır. Eserde gazalara kimlerin hangi sıra ile katıldıkları belirtilmekte, özellikle başı açık, yalın ayak harb eden dervişlerin küffar ile yapılacak gazaya yürüyüşleri hakkında bilgi verilmektedir.

Danişmendname'nin kahramanı olan Melik Danişmend Gazi, Battal Gaziye benzeyen bir kişi olup, bilgili, dindar ve usta bir kumandandır. Bir kılıç darbesiyle, düşman askerinin başını ve vücudunu oturduğu atın eğer kayışına kadar ikiye böler. Muharebe esnasında attığı naralarla koca bir orduyu dağıtır.

Halk şairleri tarafından bu tür eserlerin nazmında çok kullanılan "Mefailün mefailün faulün" vezninde ve o devir halkının kolay anlayabileceği dille söylemiş ve yazılmış olan Danişmendname, tarihçiler için kaynak eserlerden sayılmıştır. Osmanlı tarihçileri devirlerinin tarih zevkine uygun buldukları bu eserden bir tarih kaynağı olarak faydalandılar. On beşinci yüzyılda yaşayan arif Ali yazdığı Danişmendliler tarihini anlatan Mirkat-ül-Cihad adlı eserinde Danişmendname'den çok faydalandı. Anadolu'da birçok yazması bulunan eserin bir nüshası da Paris Milli Kütüphanesindedir. İstanbul'da Millet Kütüphanesi Ali Emiri Bölümü (Tarih Nu: 571) ile Belediye (İnkılap) Kütüphanesi Muallim Cevdet Bölümü (Nu: K.441)nde birer nüshası daha vardır. Eser, 1960 senesinde batı dillerine tercüme edilerek La Geste de Melik Danişmend, Etude Critique Danişmendname adı altında yayınlandı. Eser üzerinde son ilmi çalışma İréne Melikof tarafından yapılmış ve La Geste Melik Danişmend Tome I, Edition Critique Tome II adı ile iki cilt halinde yayımlanmıştır.
Kaynak: Rehber Ansiklopedisi

1210.sınıf edebiyat konu anlatımları Empty Geri: 10.sınıf edebiyat konu anlatımları Ptsi Ocak 11, 2010 1:58 am

Laηє†Li мєLєq

Laηє†Li мєLєq
Hiperaktif Üye
Hiperaktif Üye

Divan şiirinde, her beytinin dizeleri kendi arasında uyaklı, aruzun genellikle kısa kalıplarıyla yazılan nazım biçimine ve bu biçimde yazılmış yapıtlara mesnevi denir.
Mevlana Celaleddin Rumi’nin altı ciltlik tasavvufi yapıtı da “Mesnevi” adını taşımaktadır.
Özellikle Arap, Fars ve Osmanlı edebiyatında kendi aralarında uyaklı beyitlerden oluşan ve aruz ölçüsüyle yazılan divan edebiyatı şiir biçimidir.
Arapçada “müzdevice” denilen mesnevi türü ilk olarak 10’uncu yüzyılda İran edebiyatında ortaya çıkmıştır. Türk edebiyatına girişi 11’inci yüzyılda Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig adlı yapıtıyla başlar. Kutadgu Bilig, mesnevî nazım biçimiyle kaleme alınmış hacimli bir siyasetnâme örneğidir.
Her beytinin kendi arasında kafiyelenmesi hem yazma kolaylığı sağlar hem de daha uzun metinlerin bu şekle uygun olarak kaleme alınmasına imkân tanır. Diğer nazım şekillerindeki kafiye bulma zorluğu şairleri uzun metinlerde bu şekli kullanmaya teşvik etmiştir. Bu nedenle uzun aşk öykülerinde, destanlarda mesnevi kullanılmıştır.
Mesneviler aşk mesnevileri (Fuzulî-Leyla ile Mecnun), dinî-tasavvufi mesneviler(Süleyman Çelebi-Mevlit; Mevlana’nın Mesnevi’si), ahlaksal ve öğretici mesneviler (Şeyhî-Harnâme; Nabi’nin Hayriye’si ), savaş ve kahramanlık konusunu işleyen gazavatnameler, bir kentin güzelliklerini anlatan şehrengizler ve mizahi mesneviler diye ayrılabilir.
Mesnevide konu ne olursa olsun , ilk dikkati çeken özellik olayın bir masal havasında anlatılmasıdır. Akıl ve mantık ölçülerini aşan bir sürü olay birbirini izler. Olayın geçtiği yer ve zaman belirsizdir. Konuda birlik sağlanamamıştır. Hikayenin bölümleri birbirine eklenmiş ilgisiz parçalar gibi görünür. Çevre tasvirleri gerçeğe uygun değildir, hikaye kahramanları doğaüstü davranışlarda bulunur. Hikayelerde cinler, periler, devler, cadılar, ejderhalar gibi masal motifleri sık sık işlenir.
Mesnevi İran edebiyatında ortaya çıkmış (İran edebiyatında Genceli Nizami ve Cami bu türün başlıca adlarıdır) . Genceli Nizami’nin beş mesnevisinden oluşan Hamse’si, sonradan Divan edebiyatı şairleri tarafından da örnek olarak alınmıştır.
Türk edebiyatında ilk mesnevi Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig adlı yapıtıdır. Bir anlamda Divan edebiyatında manzum hikayelerin yazıldığı bir biçim olarak da tanımlayabiliriz. Mevlânâ’nın ünlü tasavvufi mesnevisi 25.700 beyitten oluşmuştur. Mevlana eserine ayrı bir isim koymamıştır; eser, nazım türü olan mesnevi adı ile bilinir.
Divan edebiyatında roman ve hikaye gibi türler olmadığı için mesneviler bir bakıma bu türlerin yerini tutmuşlardır. On bölümden oluşur. Aynı şair tarafından yazılmış beş mesneviye “Hamse” adı verilir. Hamse sahibi olmak bir itibar kaynağıdır.
Hamse sahibi olarak tanınmış önemli divan şairleri: Ali Şir Nevâi, Taşlıcalı Yahya, Nev’i-zâde Atâi’dir.
Diğer pek çok edebi türde olduğu gibi mesnevide de Divan şairlerimiz başlangıçta Arap ve İran edebiyatına ait belli başlı mesnevileri tercümeyle işe başlamışlar; ardından da müstakil ve orijinal mesneviler yazmışlardır. Özellikle 17. yüzyıldan sonra artık şairlerimiz, yapılarını milli kimliğimizin oluşturduğu mesneviler yazmaya başlamışlardır. Bu konuda Muhammet Kuzubaş’ın Mahzen-i Esrar ile Nefhatü’-l Ezhar Mukayesesi adlı çalışması, mesnevilerimizin İran ve Arap kültüründen çıkarak yerli kaynaklara yöneldiğini ortaya koyması bakımından dikkat çekicidir.

<BLOCKQUOTE>
Örnek 1.
Kısa Mesnevî
Dîbâce-i Eş'âr-ı Gül-i Sad-Berg
1. Seherden seyre vardum murgzâra
Hezârân murg gördüm geldi zara
2. Gül ü lâleyle zeyn olmış çemenler
Oyuna girdi gönlekcek semenler
3. Çü gördüm nakş-ı Erjeng oldı sahra
Edüp bir nice rengîn şi'r peyda
4. Kadem basdum izâr-ı mihr ü mâha
Ki tâ erdüm cenâb-ı Pâdişâha
5. Yüzüm sürüp çemenler gibi hâke
Du'âlar eyledüm ol zât-ı pâke
6. Oluban bîd bergi gibi lerzân
Nihâl-i erguvan-veş derledüm kan
7. Sunup bu nazmı dest-i Şehriyâra
Gül-i sad-bergi irgürdüm bahara (Hayalî Bey)
Örnek 2.
Kısa Mesnevî. Küçük Hikâye
Hikâyet-i Leylî vü Mecnûn
1. Meğer bir gün ki âteş-i pâre-i Necd
Şerer pervanesi Mecnûn-ı pür vecd
2. Siyeh-mest-i şarâb-ı hayret olmış
Kararmış gözleri Leylî'yle dolmış
3. Dolaşdurmış perîşân seyr-i râha
Tutulmış kendüsi çün dâm-ı mâha
4. Dönüp ol şu'le-i cevvâle-i gam
Yanup durmakda olmış şem'a hemdem
5. Düşüp çün mûy-ı zengî pîş ii tâba
Bozulmuş genc-i târ-ı ıztıraba
6. Katup seyl-i sirişkin bahr-ı hûna
Sükûn el vermiş ol cûy-ı cünûna
7. Olup hoşnûd kendü âteşinden
Şikâyet etmez olmış mâhveşinden
8. Cefâdan nây gibi zâr etmez olmış
Varup Leylîyi bîzâr etmez olmış
9. Olup fariğ dil-i dîvânesinden
Usanmış vaz'-ı küstâhânesinden
10. Duyup ol berk-i sâmân ya'nî
Leylî Gazabnâk eylemiş Kays'a tecellî
11. Demiş etdünse feryadı ferâmûş
Gerekmez bana artık gûş u mengûş
12. Perîşân olmağı edüp tahayyül
Senün-çün şânelenmişdür bu kâkül
13. Bu suretler senün-çün rû-nümâdur
Nazar âyineye sanma sanadur
14. Hemân yan ağla Mevlâyı seversen
Koma feryadı Leylâyı seversen
15. Meğer dîvâneye taş atdı Leylâ
Komadı urmadık baş seng-i hârâ
16. Olur ma'şûk dâğ u zahme tâlib
Nişan lâzımdır âşıklarda Gâlib
17. Mülevvendür hemîşe kâr-ı uşşak
Meğer imdâd ede Hunhâr-ı uşşak
18. Kerem-hâhum cenâb-ı mevlevîden
Vere bir neş'e şûr-ı ma'nevîden (Şeyh Gâlib)
</BLOCKQUOTE>

1310.sınıf edebiyat konu anlatımları Empty Geri: 10.sınıf edebiyat konu anlatımları Ptsi Ocak 11, 2010 1:59 am

Laηє†Li мєLєq

Laηє†Li мєLєq
Hiperaktif Üye
Hiperaktif Üye

Tasavvuf, Tanrı'nın birliğini ve evrenin oluşunu varlık birliği (Vahdet-i Vücut) anlayışıyla açıklayan dinî ve felsefi akımdır.

Tasavvuf, ayrıca Tanrı, evren ve insanı bir bütün içinde görme ve insanın Tanrı ile, insanın başka insanlarla, insanın kendisiyle olan ilişkilerini bu bütünde arama ve açıklama yolu olarak da tanımlanır.
Tasavvuf, toplum hayatıyla geniş bir şekilde kaynaşmış, bir duyuş, düşünüş ve inanış sistemi olarak da bilinir.
'Bu kurama "Vahdet-i Vücut" (tek varlık) adı da verilir.
Vahdet, birlik, teklik demektir. "Vahdet-i Vücut", tek vücut, tek varlık anlamına gelmektedir.
Tasavvuf düşüncesi, İslâmiyet'ten sonra Araplar tarafından kurulan ilk Tekkeyle birlikte, İranlı ve Türk düşünürler tarafından geliştirilmiş, Eski Yunan düşüncesinden de yararlanarak bir kuram şeklini almıştır.
Bu düşünce, dinî kitapların verdiği bilgilerle kalmayarak, yaratılışın ve evrenin sırlarını daha geniş bir düşünceyle çözmeye çalışan bir felsefe, araştırma ve duygu akımıdır. Tasavvuf felsefesine göre, evren tek varlıktır. Bu tek varlık da Tanrı'dır. Buna "Vücud-ı mutlak" (mutlak varlık) da denir. İslâm tasavvufu, "Tanrı'dan başka varlık yoktur" kuralını temel alır. Bu aynı zamanda "hüsn-i mutlak"tır (mutlak güzellik). Yaratılıştaki sırrı aramaktan doğan bu kurama göre bütün yaratılmışlar Tanrı'nın varlığını tanıtmak içindir. Gerçekte, bir varlık, bir "Vücut" vardır. O da Tanrı'dır. Bizim gördüklerimiz de Tanrı varlığının çeşitli görünüşleridir. Mutasavvıflar her şeyin Tanrı'nın bir tecellisi (görünmesi) bir belirtisi olduğunu anlatmak için çeşitli benzetmeler yapmışlardır. Bunlardan en yaygını ayna örneğidir. Bu benzetmeye göre Tanrı, karşılıklı konulmuş yokluk aynasından bakan bir varlık gibidir. Bu karşılıklı aynalar, ortadaki varlığın binlerce görüntüsünü verir. Ortadaki varlık aynaların önünden çekilirse, aynalar boş kalır. Vücud-i mutlak (mutlak varlık) kendi güzelliğini görmek için bir aynaya yansır gibi ademe (hiçlik ve yokluk), yansımıştır. Böylece, yokluğun içinde evren olarak tecellî etmiştir (görünmüştür). Bu felsefeye göre, âlemde görülen her şey, varlığın yokluk aynasındaki hayâlinden başka bir şey değildir. Bunun sonucu olarak insan da Tanrı'nın bir hayâlidir. Varlıklar içinde Tanrı'ya en yakın hayâl insandır.
Bu anlayışa göre evren, Tanrı'nın bir görünüşüdür. Bu evren, kendi kendine var olan değil, Tanrı'nın varlığından dolayı tecellî eden (var görünen) bir oluşumdur. Tanrı'nın "ol" ( kün ) emriyle oluşmuştur. Onun için görünme öncesi "söz" (kelâm) vardır. "Ol" emri verilip tecellî (var görünme) olmadan önce bütün varlıklar gerçekte yok, ama Tanrı'ya göre vardı. Bunlar, Tanrı'nın sonsuz bilgisinde bilinmekte idiler.
Tanrı, kendine duyduğu aşkla evreni meydana getirmiştir. Onun için aşk, Tanrı'ya has bir niteliktir. Aşk, Tanrı'nın, sırrıdır, görünen simgesidir. Onun için Tanrı'ya korku veya fayda umarak değil, sevgiyle, aşkla yaklaşılmalıdır. Tasavvuf düşüncesinin en güçlü, en etkili tarafı budur. Bu, özellikle sanat ve edebiyatta çok etkili olmuştur.
Varlık, güzellik, iyilik; bunlar Tanrı'nın özellikleridir. Yokluk, çirkinlik ve kötülük ise Tanrı'nın özelliğinin bilinmesine yardımcı olan niteliklerdir. Çünkü yokluk olmazsa varlık, çirkinlik olmazsa güzellik kötülük olmazsa iyilik bilinmez. İnsanda bu niteliklerin hepsi vardır. İnsan, kendisindeki yokluğu, çirkinliği, kötülüğü yenmeli kaldırmalıdır. 0 zaman yalnız varlık, güzellik, iyilik kalacaktır. Bu Tanrı'nın özelliğine varmak, Tanrı'nın varlığına katılmaktır.
Tasavvuf inancında mecazî ve gerçek olmak üzere iki tur aşk vardır. Biri geçici olana yani insanlara duyulan aşk; diğeri sonsuz ve gerçek olana, yani Tanrı'ya duyulan aşktır. İnsan, Tanrı aşkını mecazî aşkında dener ve geliştirir. Çünkü insan, Tanrı'ya en yakın, seçkin bir varlıktır. İnsan beden (ten) ve öz (ruh) denen iki unsurdan oluşmuştur. Beden ölümlü olan, toprak, hava, ateş, su gibi dört unsurdan meydana gelen ve yok olacak geçici varlıktır. Öz (ruh) ise ölümsüzdür ve Tanrı'nın bütün niteliklerini taşımaktadır. Tanrı'dan gelen insan yine Tanrı'ya dönecektir. Ancak bu dönüş bazı aşamalardan geçmekle olur. Bunun için gönül bilgisi edinmek, olgunlaşmak ve aydınlanmak gerekir.
Bilgi, insanın gönlünde Tanrı'nın bir "nûr" (ışık) olarak belirmesidir. Olgunlaşma, insanın geçici varlıklardan kendini sıyırıp, kalıcı özlere yönelmeyi başarmasıdır. Buna, insanın Tanrı'ya varan yol üzerinde ilerlemesi de denir. Bu ilerleme bir yükseliştir. Az olgunluktan, olgunluğa, en olguna, bir başka deyişle Tanrı'ya ulaşma demektir. Yükseliş iki türlüdür. Biri kendini bütün geçici varlıklardan sıyırmakla, içine kapanarak, dünyadan el etek çekmekle, kendini derin düşüncelere vermekle olur. İkincisi, bilgi edinmekledir. İnsan için bilgi, doğru yola, Tanrı'ya, ölümsüz olana, aydınlanmaya (nûr'a) varmayı sağlayan bir yol göstericidir. İnsan Tanrı'ya yükselirken birçok manevî basamaklardan geçer. Bir yükseliş niteliği taşıyan bu "geçiş" evrenin değişik katlarını aşmak anlamına gelir. Son kat aydınlanmaya (nûr'a) varır. İnsan bu aydınlanmayı özünde yansıtır.
Tasavvuf inancında, insanın nefsini yenerek yani benliğini öldürerek, mutlak varlığa "fenafillâh" katına ulaşmak denir. Bu, insanın kendini yokluk unsurundan kurtararak içindeki Tanrı'yı bulmasıdır. İçindeki Tanrı'yı bulan insan "Enel-Hak" (Ben Tanrı'yım) der. Bu aşamaya varan insanla¬ra tasavvuf düşüncesinde insan-ı kâmil ( olgun insan ), halk arasında "ermiş" denir. Kendini Tanrı'nın varlığına karışmış duyan "ermiş" insana göre evrende artık ikilik yoktur, her şey "bir" dir. Bu kata ulaşmak ancak öldükten sonra olabilir. Ne var ki, gerçek aşkın son derecesine varıp, nefsinde ve her şeyde yalnız Tanrı'yı görebilecek duruma gelenler, bu aşamaya yaşarken de yüksele¬bilirler.
Tasavvuf felsefesi inancı içinde, büyük İslâm düşünürü Hallâc-ı Mansur "Enel-Hak" (Ben Tann'yım) dediği için Bağdat'ta (922) asılmıştır.
Büyük İslâm düşünürü Hallâc-ı Mansur'ım söylediği "Enel-Hak" (Ben Tan¬n'yım) sözü, tasavvuf felsefesine göre, evrende Tanrı'dan başka gerçek varlık yoktur anlamındadır. Bu söz "Ben Tanrı'yım" demek değildir. Hallâc-ı Mansur, kendi geçici varlığının, Tanrı varlığında yok olduğunu duyduğu, yani "fenafillâh" katına ulaştığına inandığı için böyle söylemiştir. Bunun gibi, Azeri şairi Seyyid Nesimî de (XIV.-yy.) Halep'te diri diri derisi yüzülerek öldürülmüştür.
Tasavvuf felsefesi, İslâm ülkelerinde, bilim, edebiyat, müzik ve dans üzerinde çok etkili olmuş, büyük ve önemli gelişmeler sağlamıştır.
İslâm tasavvuf düşüncesi VII. yüzyıl sonlarında ve VIII. yüzyıl başlarında bazı İslâm düşünürleri tarafından yayılmıştır. IX. yüzyıl sonlarında Hallâc-ı Mansur, insanla Tanrı ayrılığını ortadan kaldıran, insanla Tanrı'yı bir özde gören düşüncelerini geliştirerek tasavvufun temel ilkelerini, ana görünüşünü açıklamıştır.
Bu düşünce X. yüzyılda daha açık bir anlam kazanarak, yeni bir yorumla, daha ileri götürülmüştür. İmam Gazali, felsefeye ve dine bağlanan, aklı bir yana iterek inancı temel ilke alan bir görüşle tasavvuf düşüncesine yardımcı olmuştur. Gerçeğin kaynağını inançta bulan Gazali'nin görüşü felsefeden çok tasavvufa katkıda bulunmuştur.
XII. yüzyılda Senaî, Attar, daha önceki yüzyıllarda yaşayan Hallâc-ı Mansur ve Cüneydi Bağdâdî'nin izinden yürüyerek, eski inançlarla da beslenerek, Tanrı ile insan ayrımını kaldırdılar, ancak Tanrı insanla, insan Tanrı ile var¬dır, ikisi de birbirinin varlığını gerekli kılar-lar, görüşünü ileri sürdüler.
XIII. yüzyılda Muhiddin Arabi, Baba Eftal, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmi tasavvufa çok açık bir yorum kazandırarak, eski akımı yeni düşünce ve görüşlerle geliştirdiler.
Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî, tasavvuf görüşüyle tarikat anlayışını birleştirdi. Düşünceyi eylemle bütünleştirerek Mevlevilik Tarikatı'nın temellerini attı.
XII. yüzyıl ortalarına kadar süren ve yavaş gelişen tekkeler, onlara bağlı kuruluşlar, bu yüzyılın ortalarından sonra hızla gelişmeye başladılar. Anadolu'da Hacı Bektaşi Veli, Bektaşi Tarikatı'nın kurucusu oldu.
Tasavvuf, genellikle, Mevlevilik, Bektaşilik gibi ana tarikatlarla Anadolu'da hızla yayıldı. Dört yüz kadar tarikat meydana geldi. Böylece tasavvuf bir tekke öğretisi niteliğini kazandı
Büyük tasavvuf düşünürleri, duygu, düşünce ve inançlarını tekkelerde da¬ha çok şiirle dile getirmişlerdir. Böylece, etkin ve yoğun bir Tasavvuf edebiyatı oluşmuştur (Tekkelerde toplanan İslâm mistiklerine sofi denirdi). Tasavvuf, düşüncesi, anlatımını yalnız edebiyatla sağlamış değildir. Edebiyattan başka, müzik, dans gibi güzel sanatlardan da yararlanmıştır.
Tasavvuf, edebiyatta kendine has bir dil oluşturmuştur. Birçok özel terimler, mecazlar, semboller kullanmıştır. "Pir" kelimesi, tasavvuf dilinde, tarikatı kuran, tarikata kendi adını veren insan demektir. "Şeyh", yol gösterici anlamındadır. "Muğ" sözü, tarikata giren derviş, mürit demektir. "Pîr-i mugan" sözüyle tarikatın "şeyhi", "pîri" anlatılır. Meyhane: Tekke, mey: gerçek aşk, anlamındadır. Tasavvuf dilindeki bu terimler, mecazlar, semboller, yalnız Tekke şairleri tarafından kullanılmış değildir. Divan edebiyatımızda din-dışı konular¬da şiirler yazmış şairler de bunlardan yararlanmışlardır.
Tasavvuf edebiyatımızda, bu düşünceye bağlanmış, duygu ve inançlarını yalın bir içtenlikle dile getirmiş en önemli, en büyük şair Yunus Emre'dir.
Yunus Emre, yalnız Tasavvuf edebiyatımızın değil, Türk edebiyatının da en büyük şairlerinden biridir

TASAVVUF FELSEFESİ








google_protectAndRun("ads_core.google_render_ad", google_handleError, google_render_ad);

Köklerinin Eflâtun (Platon)'da aranması gereken Tasavvuf felsefesine göre evren tek bir varlıktır. Bu tek varlık Tanrı'dır. Ezelî ve ebedî olan, yani sonsuzdan gelip sonsuza giden Tanrı zaman ve mekân (yer) varolmadan önce vardır, hep varolacaktır. Bu tek varlığa, Tanrı'ya, Vücud-i Mutlak denir. Vücud-i Mutlak, yani Tanrı, bütün güzellikleri, iyilikleri, olgunlukları da içerir, onun için de, aynı zamanda, Cemâl-i Mutlak, Hüsn-i Mutlak, Hayr-i Mutlak, Kemâl-i Mutlak'tır. Tanrı önceleri kendi evreninde, güzelliğin görkemiyle çevresine ışık saçmaktaydı. Ama bu güzelliği görecek yoktu. Oysa güzellik görünmek ister. Tanrı da görünmek, Tecelli etmek istemiş, bir aynaya bakar gibi, Adem-i Mutlak'a, yani yokluğa bakmış, "Kün" emrini vermiştir. "Kün", yani ol deyince evren oluşmuştur. Demek ki bu evrende görülen her şey Vücud-i Mutlak'ın Adem-i Mutlak'a yansımasıdır, yani evren Tanrı'nın yoklukta yansıyan görüntüsüdür. Öyleyse insan da Tanrı'nın görüntüsünden bir parçadır, Tanrı'dan bir parçadır. Tanrı o aynadan yüz çevirince, ki aslında o ayna da bir kuruntu, bir hayaldir, bütün evren yok olacaktır. Yani Vücud-i Mutlak Adem-i Mutlak'a bakmadığı anda bu hayal alemi, görüntünün aynadan siliniyi gibi silinecek, o ayna bile yok olacak, yalnızca Tanrı kalacaktır.

Şöyle bir soru geliyor akla: Evren bütün güzellikleri, iyilikleri, olgunlukları içeren Tanrı'nın görüntüsüyse, yeryüzünde gördüğümüz bunca çirkinlik, kötülük, çiğlik nasıl oluşmuş?
Tasavvuf filozofları şöyle diyorlar: Her şey kendi karşıtıyla belirir. Evrendeki tek varlığın, Tanrı'nın Tecellisi, görünmesi için bile, Adem-i Mutlak'a bakarak "Kün" emrini vermesiyle oluşan görüntüde, hem Vücud-i Mutlak'ın, yani varlığın, hem de Adem-i Mutlak'ın yani yokluğun, izleri, özellikleri vardır. Demek ki evrende, dünyada, insanda varlık ile yokluk, gerçek ile hayal, iyilik ile kötülük, güzellik ile çirkinlik, olgunluk ile çiğlik birlikte bulunur. Kötülük olmasa iyilik anlaşılamaz, bilinemezdi. Ama iyilik, güzellik, olgunluk gibi nitelikler gerçektir. Tanrı'nın nitelikleridir, sonsuzdan gelip sonsuza giderler. Kötülük, çirkinlik, çiğlik gibi nitelikler ise hayaldir, geçicidir, Adem-i Mutlak'ın, yani yokluğun nitelikleridir. Gerçek niteliklerin, iyiliğin, güzelliğin, olgunluğun, Tanrı'nın niteliklerinin belirmesi için geçici olarak oluşturulmuşlardır.
Burada insanın nasıl yaşaması gerektiği konusu çıkıyor ortaya: İnsan bu fanî alemde, yani ölümlü dünyada, nasıl yaşamalı?
Evrende, dünyada, insanda kalıcı varlık nitelikleriyle, geçici varlık nitelikleri birlikte bulunduklarına göre, insan kalıcı niteliklere sarılıp geçici niteliklerden arınmaya çalışmalıdır. Kalıcı nitelikler, yaşarken de onu Tanrı'ya yaklaştırır, geçici nitelikler ise onu Tanrı'dan uzaklaştırır, Tanrı ile kullarının arasına girer. İnsanın yeryüzündeki kötülüklerden, çirkinliklerden, çiğliklerden arınması, nefsini yenerek benliğini öldürmesiyle, kendisini Tanrısal aşka vermesiyle sağlanabilir. Dünyadaki geçici niteliklerden arınmayan, kendini Tanrısal aşka vermeyen bir kimsenin, gökten inen bütün kitapları okusa da, namazını niyazını yerine getirse de, Tanrı'ya ulaşması olanaksızdır.
Ama bu hiçbir zaman dünyayı önemsememek anlamına gelmez. Dünya Tanrı'nın görüntüsüdür. Dünyadaki güzellikler, iyilikler, olgunluklar Tanrı nitelikleridir. Bunları da sevmelidir. İnsan dünyada yaşarken de sevmeli, sevilmelidir. Tanrısal aşka giden yolda, Mecaz-i Aşk'ın, yani insansal aşkın da yeri, önemi vardır, ama bu aşkla fazla oyalanmak yolun sonuna ulaşmayı geciktirebilir. İnsansal aşk Tanrısal aşk yolunda çabucak geçilmesi gereken bir köprüdür. O köprü geçilince yolcunun gözleri açılır. Tanrısal aşkın ışığında gerçeğe ulaşır. Artık ne yana baksa Tanrı'nın güzelliğini görür, her yanı Tanrı ile kuşatılmıştır. Gözlerini kendine çevirir, orada da Tanrı vardır. Tanrı'nın varlığına erişmiştir. Böylece insan Fenâfillah, sonra da Bekâbillah derecesine erişmiş olur. Daha ötesi yoktur.
İnsan Tanrı yoluna, tarikata girdikten sonra, davranışlarıyla çeşitli mertebelerden geçer. Hazarât-ı Hams denen bu beş mertebenin (Hazret-i Gayb-i Mutlak, Alem-i Ceberûd, Alem-i Me'ekûd, Alem-i Şehâded, Alem-i İnsan-ı Kâmil) sonuncusu bütün öbür mertebeleri de kapsar. Tasavvuf felsefesinde insana verilen önem, İnsan-ı Kâmil'de doruğuna varır. Bu mertebe Tanrı ile bir olmanın, Fenâfillah, Bekâbillah mertebesinin eşiğidir.

Yaşarken Tanrı varlığında erimiş, Tanrı ile bir olmuş bazı sofiler bu durumları anlatmak için "Enel Hak" (ben Tanrı'yım) derler. Mezhep çatışmalarında, Sünnî-Şiî çekişmelerinde bu söz yüzünden canını vermiş Tasavvuf uluları vardır. X. Yüzyılda İranlı Hallac-ı Mansur bu yüzden asılmış, XV. Yüzyıl başında Bağdatlı Seyyid Nesimî bu yüzden diri diri derisi yüzülerek öldürülmüştür.
Tasavvuf felsefesinde insana verilen önemi anlamak için Devir Kuramı'ndan da söz etmek gerekir. Burada "devir", devremek, dönmek anlamına geliyor. Bu "Dönüş Kuramı"na göre, varlıklar Alem-î Gayb'dan Alem-î Şühud'a indiklerinde, yani yokluk dünyasından varlık dünyasına indiklerinde, önce cansız varlık, sonra bitki, sonra hayvan, sonra da insan biçiminde görünürler. Varlık insan mertebesine yükselince, gerçeği bilmek, aslına kavuşmak özlemi duyar, derece derece yükselerek İnsan-ı Kâmil olur, Tanrı'ya, yani aslına kavuşur. Alem-i Gayb'dan Alem-i Şuhud'a inmeye Seyr-i Nüzul denir. Cansız varlıktan yükselip Tanrı'ya ulaşmak ise Seyr-i Uruç'tur. Bu iniş çıkışa, Tanrı'dan inip Tanrı'ya yükselmeye de Devir denir.
Görüldüğü gibi insan Tasavvuf felsefesinde çok önemli bir yer tutmaktadır. Tanrı en çok insanda belirmiş, onda yoğunlaşmıştır. İnsan evrenin gözbebeği, en değerli varlığıdır. Hiçbir ayrım yapmadan bütün insanlar aynı değeri taşır. Din, mezhep, ırk, renk, yoksul, zengin ayrımı yoktur. Yalnızca Tanrı yolundaki derecelerine göre daha değerli sayılan, daha yüksek mertebelere çıkmış insanların üstünlüğü vardır.
Şöyle bir soru geliyor akla: Sevgiye, aşka, gönül bağlılığına dayanan bir felsefe niçin Tanrı ile insan arasına birtakım başka insanlar, din adamları sokuyor?
Tasavvuf felsefesine göre, insan kişisel çabalarıyla geçici niteliklerden arınıp Tanrı'ya ulaşamaz, bir yol göstericiye, bir Mürşid-i Kâmil'e bağlanması gerekir. Yani bir tarikata girecek, sıkı kurallara uyacaktır. Tarikata girmenin töreni vardır. Kurallara uymayanlar "düşkünlük" cezasına çarptırılır, bir süre aforoz edilirler.
Tanrı'ya kavuşmak için tutulacak yolun çeşitli anlayışlara göre değişiklikler göstermesi yüzünden çeşitli tarikatlar doğmuştur.
"Tarik" Arapça'da "yol" demek, ama "tarikat" şu anlamı yüklenmiş: Tasavvufa dayanan, bazıları İslâmlıktan önceki Türk dininin, yani Şamanlığın kalıntılarını yaşatan, bazıları da İslâm şeriatının katılığını yumuşatmak amacını güden, birtakım ayrımlara karşın İslâm dininden kopmayan, çeşitli dinsel öğretiler. Mevlevî Tarikatı, Bektaşî Tarikatı, Nakşî Tarikatı gibi.
İslâm şeriatının katılığını yumuşatmaktan söz ediliyor, oysa tarikatların da sıkı kuralları bulunduğunu söylemiştik. Aradaki ayrımı göstermek için, sıkı kuralları olan Alevî-Bektaşî Tarikatı'nın tarikata kabul edilenlerden neler istediğini özetleyelim: Önce bir şeyhe bağlanılacak, yalan söylemek, haram yemek, zina etmek, eliyle koymadığını almak, gözüyle görmediğini anlatmak, adam çekiştirmek yok, sözde durulacak, iyilik edilecek, vefalı olunacak, başkalarının ayıpları görülmeyecek, her sınıftan insan, yoksul zengin, mevkili mevkisiz, eşit tutulacak, dünyaya, dünya malına gönül verilmeyecek, tarikat sırları ne olursa olsun açıklanmayacak. Bu kurallara uymayanlarla belli bir süre kimse konuşmaz, yardım etmez. Yani "düşkünlük" cezasına çarptırılırlar.
Tarikatların Tasavvuf felsefesine uygun düşmeyen yanları yok mudur?
Gene Alevî-Bektaşî Tarikatı'nın bir kuralını örnek verelim: Teberrâ ve tevellâ önemli bir kuraldır. Teberrâ Hazreti Ali'ye uymayanlara sevgi göstermemektir. Tevellâ ise bunun tam tersi, Hazreti Ali'ye uyanlara sevgi beslemektir. Bu kural Tasavvuf felsefesinin mezheplerin üstüne çıkan, insan anlayışına aykırıdır.
Birtakım çekişmelerin, yaşam koşullarının getirdiği bu gibi ayrılıklara karşın, tarikatlar genel olarak Tasavvuftan kaynaklanırlar, bu felsefenin çerçevesindedirler.
Her tarikatta insanlara Tanrı'ya ulaşmanın yollarını gösteren şeyhler vardır. Şeyh İnsan-ı Kâmil, Mürşid-i Kâmil'dir. Bir tekke kurar, kendine bağlananlara Tanrı'ya giden yolu gösterir, gezici dervişleriyle öğretisini yaymaya çalışır.
Yaptığımız bu kısa özetlemeden anlaşılacağı gibi, Tasavvuf yalnızca bir din felsefesi değil, aynı zamanda, bir yaşam biçimi önerisidir.

1410.sınıf edebiyat konu anlatımları Empty Geri: 10.sınıf edebiyat konu anlatımları Ptsi Ocak 11, 2010 1:59 am

Laηє†Li мєLєq

Laηє†Li мєLєq
Hiperaktif Üye
Hiperaktif Üye

1510.sınıf edebiyat konu anlatımları Empty Geri: 10.sınıf edebiyat konu anlatımları Ptsi Ocak 11, 2010 2:00 am

Laηє†Li мєLєq

Laηє†Li мєLєq
Hiperaktif Üye
Hiperaktif Üye

Kasideler, genellikle birini övmek ve yermek amacıyla yazılan şiirler, daha çok din ve devlet büyüklerini övmek amacıyla yazılan divan edebiyatı şiirlerdir. Kaside şairlerine kaside-gü (kaside söyleyen), kaside-sera ya da kaside-perdaz (kaside yazan) denir. Çok katı bir kalıpla yazılan kasideler, 6 bölümden oluşur.


Türk edebiyatında 13. yüzyılda kullanılmaya başlanır. Nazım birimi beyittir. Beyit sayısı 33-99 arasında değişir. Kasidenin ilk beyitine matla denir. Şair kasidesi içinde matlayı tekrar ederse tecdid-i matla denir. Matlayı birden çok tekrar ederse bu zat-ül metali veya zül metalidir. Kasidenin son beyitine makta , şairin mahlasının bulunduğu beyite taç beyit denir. Kasidenin en güzel beyiti beyt-ül kasid olarak isimlendirilir.

Kasidenin Bölümleri

1. Nesip (Teşbib)
Kasidenin ilk bölümüdür, şiir yönünden en ağır bölümdür.
Genelde 15-20 beyit olur.
Şair bu bölümde betimleme yapar ; kadın, kış, at, bahar vs.
Baharın tasviri yapılıyorsa: Bahariye, kışın tasviri yapılıyorsa: Şitaiye, temmuzun tasviri yapılıyorsa: Temmuziye, ramazanın tasviri yapılıyorsa: Ramazaniye, atın tasviri yapılıyorsa: Rahşiye, hamamın tasviri yapılıyorsa: Hamamiye.
2. Girizgah
Nesip bölümünden methiye bölümüne geçerken söylenen ve basamak görevinde olan beyitlerdir.
Şair bu bölümde övgüye başlayacağını haber verir.
1-2 beyitten oluşur.
3. Methiye
Kasidenin sunulduğu kişinin övüldüğü bölümdür.
Şiir yönü çok zayıf, dil yönü diğer bölümlere göre çok ağırdır.
4. Tegazzül
Gazel söyleme anlamına gelir, bütün kasidelerde olması zorunlu değildir.
Methiyeden sonra şair bir fırsatını düşürüp aynı ölçü ve uyakta bir gazel söyler, buna tegazzül denir.
5. Fahriye
Şairin kendini övdüğü bölümdür.
Fahriyeyi en seven şair Nefi'dir.
6. Tac
Şairin kendisi hakkındaki yeni düşüncelerini söylediği bölümdür.
2-3 beyit bulunur.
'Nefi' çok kullanır.(Tac bir bölüm değil sadece şairin isminin geçtiği beyittir)
7. Dua
Kasidenin son bölümüdür.
Birkaç beyit olur.
Şair burada övdüğü kişinin başarılı, uzun ömürlü, talihinin iyi olması yönünde dua eder.
Kaside ve tarihsel önemleri
Kasideler, sosyal ve kültür tarihi araştırmacısı için önemli bir belge ve bilgi kaynağı olarak değerlendirilebilirler. Resmî tarihi vesikalar kadar, edebî metinlerin de tarih araştırmacısı için önemli bir belge olduğunu ispatlayacak mühim kaynaklar arasındadır.
Kasideler, ideal devlet adamı profili çizme, sosyal ve ekonomik konularda devrin özelliklerini yansıtma, sosyal hayatın değişik sahnelerini anlatma, tarihî şahsiyetlerin biyografik bilgilerine katkıda bulunma, siyasal ve kültürel tarihin pek çok değişik safhası için

Kasideler konularına göre de değişik adlar alırlar:

Tevhid: Allah'ın birliğini anlatan kısa gazel.
Münacaat: Allah'a yalvarmak yakarmak için yazılır.
Na'at : Peygamberi övmek için yazılır.
Methiye : Devlet büyüklerini övmek için yazılır.
Mersiye : Ölüm temalı kasidelerdir.
Hicviyye: Alay etmek amacında yazılan kasidelerdir.
Şehrengiz: Bir şehrin güzelliklerini anlatan kasidelerdir.
Cülusiye: Padişahın tahta geçişine sevinen kişiler için yazılan kasidelerdir.

<BLOCKQUOTE>
Örnek Kaside (Fuzuli)
Kasîde-i Bahâriyye-Kasîde-i Râi'yye Der-sıfat-ı bahar ve midhat-i Alî Paşa-yı kâmkâr

Matla'
1. Rûh-bahş oldı Mesîhâ-sıfat enfâs-ı bahar
Açdılar dîdelerin hâb-ı ademden ezhâr
2. Taze cân buldı cihan erdi nebatata hayât
Ellerinde harekât eyleseler serv ü çenâr
3. Döşedi yine çemen nat'-ı zümürrüd-fâmın
Sîm-i hâm olmış iken ferş-i harîm-i gülzâr
4. Yine ferrâş-ı sabâ sahn-ı ribât-ı çemene
Geldi bir kafile kondurdı yüki cümle bahar
5. Leşker-i ebr çemen mülkine akın saldı
Turma yağmada meğer niteki bagi Tatar
6. Farkına bir nice per takmur altun telli
Hayl-i ezhâra meğer zanbak olupdur serdâr
7. Dikdi leşgergeh-i ezhâra sanavber tuğırt
Haymeler kurdı yine sahn-ı çemende eşcâr
Nesîb veya Teşbîb
8. Döşedi mihr-i felek yolları dîbâlar ile
Etdi teşrîf çemen mülkini sultân-ı bahar
9. Subhdem velvele-i nevbet-i şâhî mi degül
Savt-ı murgân-ı hoş-elhân u sadâ-yı kûhsâr
10. Çemen etfâlinün uyhuların uçurdı yine
Subhdem gulgule-i fâhte gülbânk-i hezâr
11. Dâye-i ebr yine goncelerün şebnemden
Başına akça dizer nite ki etfâl-ı sıgâr
12. Mevsim-i rezm degüldür dem-i bezm erdi deyu
Sûsenün hançerini tutdı serapa jengâr
13. Semenün sîne-i sîmînin açup bâd-ı seher
Çözdi gülşende gülün tügmelerin nâhun-ı hâr
14. Pîrehen berg-i semen gûy-ı girîbân şebnem
Gülsitân oldı bugün bir sanem-i lâle-izâr
15. Zîb ü fer virmek içün rûy-ı arûs-ı çemene
Yâsemen şâne sabâ mâşita âb ayinedâr
16. Dürr ü yâkût ile bir nahl-i murassa sandum
Ergavân üzre dökülmüş katarât-ı emtâr
17. Şîşe-i çarhda gör bunca rrjurassâ nahli
Nice ârâste kılmış anı sun'-ı Cebbar
18. Berg-i ezhârı hevâ şöyle çıkardı feleğe
Pür kevâkib görünür günbed-i çarh-ı devvâr
19. Dem-i İsâ dirilür bûy-ı buhûr-ı Meryem
Açdı zanbak yed-i beyzâyı kef-i Mûsâ-vâr
20. Zanbakun goncasidur bağa gümüş bâzûbend
Za'ferân ile yazılmış ana hatt-ı tûmâr
21. Câm-ı zerrini tolu bâde-i gülreng almış
Gül-i ra'nâ seheri kılmak içün def'-i humar
22. Dehen-i gonca-i ter dürlü letâ'if söyler
Gülüp açılsa aceb mi gül-i rengîn-ruhsâr
23. Güher-i fursatı aldırma sakın devr-i felek
Sîm ü zerle gözini boyamasun nergis-vâr
24. Câm-ı mey katreleri sübha-i mercan olsun
Gelünüz zerk u riyadan edelüm istiğfar
25. Lâle sahrayı bugün kân-ı Bedaşân etdi
Jale gülzâra nisâr eyledi dürr-i şehvâr (Fuzuli)</BLOCKQUOTE>

1610.sınıf edebiyat konu anlatımları Empty Geri: 10.sınıf edebiyat konu anlatımları Ptsi Ocak 11, 2010 2:00 am

Laηє†Li мєLєq

Laηє†Li мєLєq
Hiperaktif Üye
Hiperaktif Üye

Rubai Özellikleri:
1. Kafiye düzeni aaxa ya da aaaa biçimindedir.
2. Rübailerde aşk, şarap, dünyanın türlü nimetlerinden yararlanma, hayatın anlamı ve hayat felsefesi, tasavvuf veölüm gibi konular işlenir.
3. Rübai diğer nazım şekillerinden farklı olarak özel bir ölçüyle yazılır. 24 kalıbı vardır.
4. Rübaide ilk iki dize fikrin hazırlayıcısıdır. Asıl söylenmek istenen düşünce 3. veya 4. dizede ortaya çıkar.
5. Genelde mahlasız şiirlerdir.
6. Rübai Edebiyatımıza İran Edebiyatından geçmiştir.
7. Rübai’nin en büyük şairi İranlı Ömer Hayyâm (XII yy)’dır. Türk edebiyatının en usta şairleri Kara Fazlî, Azmizâde Haletî, Nâbî ve son dönemde de Yahya Kemâl’dir.

1710.sınıf edebiyat konu anlatımları Empty Geri: 10.sınıf edebiyat konu anlatımları Ptsi Ocak 11, 2010 2:00 am

Laηє†Li мєLєq

Laηє†Li мєLєq
Hiperaktif Üye
Hiperaktif Üye

Şarkı, Divan şiirinde bestelenmek için yazılan uygun ölçü kalıpları ile yazılan ve çoğunlukla 4 dizelik bendlerden oluşan nazım birimidir.Kafiye düzeni; x: değişken aa xa şeklindedir. Türk Edebiyatında bestelenmek amacıyla yazılan milli bir nazım biçimidir. Halk edebiyatındaki türkünün karşılığıdır.
Aruz ölçüsünün her kalıbı ile kullanılır.Dörtlüklerden kurulan musammat da denebilir. Murabbaya benzer. 5 ya da 6 dizelik bendlerden de oluşabilir. Üçüncü dizeye meyan, dördüncü dizeye nakarat denir. Aşk, sevgili, ayrılık, içki ve eğlence konularında yazılır. Divan edebiyatının ilk şarkı yazarı Nail-i Kadim’dir.Lale Devrinde ise en önemli temsilcisi Nedim dir.En çok şarkıyı Enderunlu Vasıf yazmıştır. Müzikte, türkünün karşıtı olarak, Şarktan gelen, batılı anlamında kullanılır.
Şarkı çeştli ses sanatçıları tarafından söylenerek Türk toplumunun musikisinde önemli bir yer tutmaktadır. Şarkıda şair son bendde mahlasını söyler. Şarkıda her bentin üçüncü mısrası miyan(orta)miyanhanedir. Miyan daha çok şarkının en güzel ve dokunaklı bölümüdür.Bestenin en önemli bölümüdür. Şarkıların konusu genellikle aşk,sevgilinin güzelliği ,eğlence ve içkidir. Halk edebiyatında türkü türünün divan edebiyatına yansıması gibidir.
Divan şiirine Türkler’in kazandırdığı bir nazım şeklidir. Şarkıda ilk bendin dördüncü mısraı bütün bentlerde tekrarlanmaktadır. Nazım birimi, kafiye şeması bakımından koşmaya benzer. Ölçü, beste, dil ve anlatım yönünden koşmadan ayrılır. Buna nakarat denir. Şarkılar bestelenmek üzere yazılır. Bu sahanın ustası Nedim’dir.

Şarkı Nazım Şekli Özellikleri:

1. Halk edebiyatındaki türkünün karşılığıdır.
2. Kuruluşu ve kafiye düzeni yönüyle murabbaya benzer. aaaa, bbba, ccca…
3. Bestelenmek için yazıldığından fazla uzun değildir.
4. Dörtlüklerden oluşur ve dörtlük sayısı üç ile beş arasında değişir.
5. Şarkının konusu genellikle aşk, sevgili, ayrılık, içki ve eğlencedir.
6. Geniş halk kitlelerine hitap ettiğinden dili genelde sadedir.
7. Şarkının en önemli isimleri Nedim, Enderunlu Vasıf’tır. Yakın dönem şairlerinden olan Yahya Kemâl’in de pek çok şarkısı vardır.
8. Günlük dile ait söyleyişler ve halk deyişleri vardır.
Örnek Şarkı-1 (Nedim)

Kimlerüñ çeşmine ol sîne bu şeb nûr oldı
Nereye gitdi o her-câyî o meh-pâre ‘aceb
Kimlerüñ yâresine merhem-i kâfûr oldı
Kandedür kande o zâlim o sitem-kâre ‘aceb
(O sine, acaba bu gece kimlerin gözüne nur oldu? Acaba, o sebatsız, o ay parçası nereye gitti? O, kimlerin yarasına kafur merhemi oldu? O zalim, o sitemkâr neredelerdedir?)

Meclis-i Cem kurulaldan olagelmiş elbet
Câmdan sonra birer bûse verilmek âdet
Bari sen ey nigeh-i hasret edip bir cür'et
Şunı bir söylesen olmaz mı kadeh-kâre acep?
(İçki meclisi kurulduğundan beri elbet Kadehten sonra birer öpücük vermek olmuştur adet.Ey hasretli bakış! Bari sen edip cüret Sakiye şunu söylesen olmaz mı acaba?)

Varup ol derd-şinas-ı dil ü cânı görsem
Hâk-i pâyine Nedîmâ yine yüzler sürsem
Gizlice arasam ağzın lebin emsem sorsam
Hiç bir çâre bilür mi dil-i bîmâre aceb
Örnek Şarkı-2 (Enderunlu Vasıf)
Sevdigüm bir hûb sadâdur
Mâ'il-i zevk u safâdur
Kârı uşşâka vefâdur
Meşrebümce dilrübâdur
Firkati kesdi amânum
Göklere çıkdı figânum
Nola sevdümse a cânum
Çeşm-i mahmûrı elâdur
Sen gücenme dilpesendüm
Ben seni gayet begendüm
Kim demiş sevmez efendüm
Vâsıfa bu iftirâdur
Örnek Şarkı-3 (Yahya Kemal)
Kalbim yine üzgün seni andım derinden
Geçtim yine dün eski hazan bahçelerinden
Üzgün ve kırılmış gibi en ince yerinden
Geçtim yine dün eski hazan bahçelerinden
Sendin boşalan bağrıma gözyaşları dolmuş
Gördüm ki yazın bastığımız otlar solmuş
Son demde bu mevsim gibi benzim
Geçtim yine dün eski hazan bahçelerinden (Yahya Kemâl)

1810.sınıf edebiyat konu anlatımları Empty Geri: 10.sınıf edebiyat konu anlatımları Ptsi Ocak 11, 2010 2:01 am

Laηє†Li мєLєq

Laηє†Li мєLєq
Hiperaktif Üye
Hiperaktif Üye

Murabba , bent adı verilen dört dizelik kıt’alardan oluşan şiir türüdür. Kelime anlamı “dörtlük” demektir. Aynı ölçüde dörder dizelik bentlerden oluşan nazım şeklidir. Uyak düzeni genelde aaaa/bbba/ccca/ddda/… şeklinde olmakla beraber, ilk bendi kafiyeli olmayan ya da sonraki bentlerde kafiyesi tekrarlanmayan murabbalar da vardır. Çoğu zaman üç ila yedi bentten oluşur. Divan edebiyatında 15. yüzyılda sultanü’ş-şuara (şairler sultanı) unvanlı Ahmed Paşa tarafından kullanılmıştır. Tanzimat edebiyatında da Namık Kemal bu türün başarılı örneklerini vermiştir. 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren şarkı şeklinde bestelenen eserlerin büyük bir kısmı murabba tarzında yazılmıştır.

Murabba Özellikleri

1. Nazım birimi dörtlük olan nazım şekillerinden biridir.
2. Kafiye düzeni aaaa, bbba, ccca
3. Genellikle 4 ile 8 dörtlükten oluşur.
4. Her konuda murabba yazılabilir. Ancak dini ve didaktik konular ile övgü, yergi, manzum mektup, mersiye vs. türlerde murabba nazım şekli daha çok kullanılmıştır.
5. Aruz kalıbıyla yazılır.
6. Önemli murabba şairleri Aşki, Muhubbi, Hayreti, Taşlıcalı Yahya Bey, Fuzuli sayılabilir.

<BLOCKQUOTE>
Gül yüzünde göreli zülf-i semen-sây gönül
Kuru seydâya yiler bî-ser u bî-pây gönül
Demedim ben sana dolaşma an hây gönül
Vay gönül vay bu gönül vay gönül ey vay gönül

Örnek Murabba:
Geçti cânânın firâkı cânıma
Tîr-i cevri gibi girdi kanıma
Nâleden bir kimse gelmez yanıma
Söyle ey bâd-ı sabâ cânânıma
Bahr-i aşkına olal'dan âşinâ
Yad oluptur cümle-i âlem bana
Yalınız kaldım garîb ü mübtelâ
Söyle ey bâd-ı sabâ cânânıma
Yaktı yandırdı beni nâr-ı firâk
İşidenlerden ırak olsun ırak
Hey ne müşkil derd olur bu iştiyâk
Söyle ey bâd-ı sabâ cânânıma
Derd-i mendine şefâat eylesin
Hâtırım sorsun inâyet eylesin
Bî-vefâlıktan ferâgat eylesin
Söyle ey bâd-ı sabâ cânânıma
Âşık olal'dan ana leyl ü nehâr
Aşkım artar eksilir sabr u karâr
Olmasın Yahyâ gibi mahzûn u zâr
Söyle ey bâd-ı sabâ cânânıma (YAHYA BEY)</BLOCKQUOTE>
Aruz Kalıbı: Fâilâtün / Fâilâtün / Fâilün
Kelimeler:
âhu: Ceylan.
âşinâ: Bildik, tanıdık; bilen, tanıyan.
bâd-ı sabâ: Sabah yeli.
cânân: Sevgili.
derdmend: Dertli.
feragat: Vazgeçme, el çekme; istirahat, dinlenme; vazgeçecek kadar zengin olma.
firâk: Ayrılık, ayrılık acısı.
inâyet etmek: Yardım etmek.
iştiyâk: Özlem, arzu, istek.
leyl ü nehâr: Gece ve gündüz.
mahzun: Hüzünlü.
mihnet: Eziyet, sıkıntı.
nâle: İnleme, feryat.
nâr-ı firâk: Ayrılık ateşi.
şefaat: Birinin suçundan geçilmesi veya dileğinin yerine getirilmesi için edilen aracılık.
tîr-i cevr: Eziyet oku.
yad: Yabancı.
zâr: Ağlayan.
Günümüz Türkçesiyle Söylenişi
Sevgiliden ayrılığım canıma yetti. Eziyet okları kanıma girdi. İnlememden kimse yanıma gelmez. Ey sabah rüzgârı sevgilime bunları söyle.
Aşk deniziyle tanıştığım zamandan beri bütün insanlar bana yabancı olmuştur. Garip ve tutkulu bir şekilde yalnız kaldım. Ey sabah rüzgarı sevgilime bunları söyle.
Beni ayrılık ateşi yaktı, yandırdı. Bu arzu çok zor bir derttir. Duyanlardan bu uzak olsun. Ey sabah rüzgarı sevgilime bunları söyle.
Sevgili ben dertliye şefaat eylesin. Hatırımı sorsun, bana yardım etsin. Vefasızlıktan vazgeçsin. Ey sabah rüzgarı sevgilime bunları söyle.
Ona âşık olduğum zamandan beri gece gündüz aşkım artar, fakat sabrım ve kararlılığım azalır. O sevgili Yahya gibi hüzünlü ve feryat dolu olmasın. Ey sabah rüzgarı sevgilime bunları söyle.

Metin Üzerine Araştırmalar

1- Şiirin teması nedir?
Şiirin teması ayrılıktır. Şair sevgiliden ayrı olduğu için eziyet oklarının kanına girdiğini ve devamlı inlemesinden dolayı kimsenin yanına gelmediği söylüyor.
2- Şiirde, halk şiiriyle benzerlik gösteren yönler nelerdir?
Şiir nazım biriminin dörtlük olması, sabah rüzgarından sevgiliye haber gönderilmesi, kafiye şemasının aaaa, bbba, ccca, ddda, eeea şeklinde yani koşma gibi olması, şairin mahlasının son dörtlükte geçmesi bakımından halk şiirine benzemektedir.
3- “Bâd-ı sabâ”nın şiirdeki görevi nedir? Halk şiirinde buna benzer söyleyişler var mıdır? Araştırınız.


“Bâd” kelimesi “yel” anlamıyla Divan şiirinde oldukça geniş bir kullanım bulmuştur. Sevgilinin saçlarındaki koku rüzgârda daima mevcuttur. Sabah vakti esen rüzgârda bu özellik daha belirgindir. Bazen bu şiirde de olduğu gibi rüzgarı bir postacı, bir ulak olarak görürüz. Bu durumda sevgiliden âşıka koku, âşıktan sevgiliye özleyiş, niyaz, ah u feryat getirip götürür.

Şair sevgiliye kendisine şefaat etmesini, vefasızca davranmaktan vazgeçmesini, âşık olduğundan beri gece gündüz aşkının arttığını fakat sabrının ve kararlığının azaldığını söylemesini istiyor.

1910.sınıf edebiyat konu anlatımları Empty Geri: 10.sınıf edebiyat konu anlatımları Ptsi Ocak 11, 2010 2:03 am

Laηє†Li мєLєq

Laηє†Li мєLєq
Hiperaktif Üye
Hiperaktif Üye

OSMANLI DÖNEMİ TÜRK EDEBİYATI / Prof. Dr. Necat BİRİNCİ

Özet
Türkçenin Anadolu sahasında yazı dili olarak kullanılmaya başlanmasından bir süre sonra bu yeni yazı diline bağlı olarak yeni bir edebî dil teşekkül etmeye başlamıştır.
Arapça ve Farsçanın yanında Türkçe üçüncü bir dil olarak ortaya çıkmıştır. Doğuda Hakaniye Türkçesi de denilen Çağatay Türkçesi ile birlikte Osmanlı Türkçesi, islâm kültür dairesinde oluşan büyük bir edebî dil olmuştur.
Bu yazıda Osmanlı Türkçesi ile oluşmuş ve Cumhuriyet dönemine kadar sürmüş olan edebiyat ana hatlarıyla anlatılmıştır.
Osmanlı Türk edebiyatı Tanzimat’a kadar Arap ve Fars edebiyatları ile paralel olarak gazel, kaside, mesnevî, rubaî vb. türlerde eserler vermiştir. Tanzimat’la birlikte batılı edebî türler kullanılmaya başlanmış, klasik tarzda eserler terk edilmeye başlanmıştır.
Tanzimat’tan sonrası devirde ise “Edebiyat-ı Cedîde” ve “Servet-i Fünûn” dönemleri ile “Fecr-i Âtî” topluluğu ve “millî edebiyat” akımı ana hatlarıyla incelenmiştir.
Anahtar Sözcükler: Osmanlı Türkçesi, Osmanlı Türk edebiyatı, klasik tarz, gazel, kaside, mesnevî, rubaî, Edebiyat-ı Cedîde, Servet-i Fünûn, Fecr-i Âtî, millî edebiyat
Osmanlı döneminde meydana gelen Türk edebiyatı, varlığını, içinde büyük ayrılıklar ve kırılmalar görülmeden, şekil ve muhtevada önemli değişikliklere uğramadan, temel aldığı islâm medeniyeti estetik ölçülerini ve klasik yapısını bozmadan, zaman içinde meydana gelen bazı küçük farklılıklarla birlikte, XIII. yüzyılın sonlarından XIX. yüzyılın ortalarına kadar kesintisiz şekilde sürdürdü.
XIX. yüzyılın ikinci yarısından Osmanlı Devleti’nin sona erişine kadar geçen yetmiş senelik bir zaman dilimi içinde ise Osmanlı dönemi Türk Edebiyatı, Batı medeniyetine yönelmenin getirdiği yeni hayat şekli, kültür farklılaşmaları, düşünce ve anlayış değişmelerine bağlı olarak yeni tür ve şekil arayışları içine girmiş, böylece kısa aralıklarla hızlı değişme devreleri yaşamıştır.

Edebiyatın Adı

Osmanlı dönemi Türk edebiyatı denince akla bu son yetmiş yılın sık değişen, canlı, dinamik, günlük hayatı yakından takip eden ve onu dillendiren edebiyat devresinden çok, XIII. yüzyılın sonundan itibaren altı yüzyıla yakın bir zaman büyük ve köklü değişikliklere hemen hiç uğramadan, varlığını sürdürmüş edebiyat akla gelir. Aydın kesim içinde altı asır gibi uzun bir süre devam eden bu edebiyat, varlığını sürdürdüğü zaman içinden kendisini ifade edecek özel bir isimle adlandırılamadı.
XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Batı etkisinde, ayrı değer, şekil ve türlerin meydana getirdiği yeni edebiyat devrelerini eskiden gelen edebiyattan ayırmak için yüzyıllar boyu isimlendirilmeden devam eden edebiyata isim arama ihtiyacı doğdu. Ortaya konan yeni edebiyata tarz-ı cedîd, edebiyat-ı cedîde gibi isimler verilirken, bu konuda düşünenlerin önüne tarz-ı kadîm, edebiyat-ı kadîme, şi’r-i kudema, âsâr-ı kudema, gibi isimler edebiyat hayatımıza kendiğilinden geldi. Gerçi Ziya Paşa Anadolu şairleri için şuarâ-yı Rûm, şiirleri için de eş’ar-ı Türkî gibi isimler kullanırsa da bunlar yaygınlaşma yolu bulamaz. XIX. yüzyılın son çeyreği ve XX. yüzyılın başlarında klâsik nedir? tartışmaları içinde “Bizim klâsiklerimiz hangileridir” sorusu da sorulur. Bu soru ile Osmanlı döneminin edebiyat-ı cedîde denilen devresinden önceki yani başlangıcından XIX. yüzyılın ikinci yarısına kadar olan devrede verilen eserleri klâsik olarak nitelemek anlayışı öne çıktı ve o devir edebiyatına da klâsik edebiyat dendi. Ancak bu isim de çok yaşamadı. Tarz-ı kadîm, âsâr-ı eslâf, edebiyat-ı kadîme gibi simlendirimlerin bir nevi yeni ifadeye aktarımı olan eski edebiyat terimi ortaya çıktı ve oldukça hızlı bir şekilde yaygınlaştı. Hatta bu isimlendirme bugün üniversitelerimizin Türk Dili ve Edebiyatı bölümlerinde sözünü ettiğimiz edebiyat devresini işleyen anabilim dalının da adı oldu. Bu durum eski edebiyat adlandırmasını daha da yaygınlaştırdı.
1920’li yıllarda bu edebiyat için divan edebiyatı terimi gündeme geldi. Bu isimlendirme söz konusu edebiyatın meydana geldiği muhit ve meclislere verilen divan ismine bağlı olarak teklif edildi.Ancak kısa zamanda bu ilişki unutuldu, şairlerin bir araya getirdikleri deftere divan denmesi ile ilişkilendirilerek benimsendi. Böylece bu altı yüzyıllık devreye şairlerin şiirlerini topladıkları deftere izafeten divan edebiyatı dendi.
Divan edebiyatına, sadece aydın zümre arasında oluştuğu, halka açıkladığı, yüksek zümreyi ilgilendirdiği görüşlerine bağlı olarak, biraz da tenkit etme, hatta yerme amacıyla havas edebiyatı, aydın edebiyatı, yüksek zümre edebiyatı gibi isimler de verilmiştir. Bu konuda o kadar şahsî davranışlara gidilmiştir ki, dönemin dinî yapısı göz önüne alınarak bu edebiyata ümmet çağı edebiyatı diyenler de olmuştur.
Millî Eğitim Bakanlığı Talim Terbiye Dairesi 1980’li yıllarda yeniden şekillendirdiği ortaöğretim edebiyat ders programlarında, o zamana kadar kişisel anlayışla Millî Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Dairesi 1980’li yıllarda yeniden şekillendirdiği orta öğretim edebiyat dersi programlarında, o zamana kadar kişisel anlayışlara göre değerlendirilen bu edebiyat devresi için Klasik Türk Edebiyatı isimlendirmesini benimsedi. Bu isimlendirmeye bağlı olarak son yirmi yıl içinde Klasik Türk Edebiyatı ismi giderek yaygınlaşmaya başladı.

Türk Edebiyatı Tarihî Gelişmesi

Türkler islâmiyetle VIII. yüzyıldan itibaren Maverâünnehir’de karşılaştılar. Ruh, töre ve tabiatlarına uygun, hayatlarına yabancı olmayan bu dini kolayca benimsediler. islâmiyette, önceki değerlerinin daha gelişmiş şeklini buldular. Güzel sanatların çeşitli dallarında eski kültürleri ile islâm’ı birleştirdiler.
Türklerin, islâm medeniyeti içine girmeden, kendilerine has bir edebiyatları vardı. Türkler, islâmiyet dairesine bu edebiyat zenginliğiyle birlikte geldiler. Arap ve Fars Edebiyatını tanıdılar. Bir hazırlık devresinden sonra girdikleri bu yeni kültür ve medeniyet dairesi içinde eserler vermeye başladılar. Bu eserleri verirken pek çok kelime ve terim yeni girdikleri kültür dairesinin dillerinden aldılar.
Arap ve Fars edebiyatının kurumlaşmış gelenekleri Türk edebiyatı geleneklerinden çok ayrı ve çekiciydi.Türk aydını çok işlenmiş ve olgunlaşmış Fars edebiyatı karşısında nasıl bir tavır aldı? ilk örnekler tam olarak elimizde değildir. Ancak şiirde eski nazım şekilleri ve önceden işlenilen konular yanında, yeni nazım şekillerini kullandılar ve yeni konulara yöneldiler. Hece ölçüsü yanında aruz vezni ile de şiirler yazdılar. Sagu ve koşuk gibi nazım şekillerinden başka kaside, mesnevî, gazel tarzında şiirler kaleme aldılar.
Türkler bunları yaparken doğrudan doğruya Arap edebiyatını değil, kendilerinden önce islâm medeniyeti içine giren Farsların edebiyatını örnek aldılar. Ortaya konan eserlere, başta Kur’an olmak üzere, hadisler, siyer, eski mitolojiler, tarih, menkıbeler ve sosyal hayat geniş ölçüde girer. Türk edebiyatı da zamanla ortak islâm edebiyatının önemli bir parçası oldu.
XI. ve XII. Yüzyılda Türk toplumu içinde Arapça ve Farsçayı bilen yeni bir aydın zümre doğdu. Bunlar, öğrendikleri Arapça ve Farsçanın yanında, bu dillerde meydana getirilmiş edebiyatın da etkisinde kaldılar. Bu yüzyıllarda Fars şiirine heveslenen Türk asıllı şairler Farsça eserler yazma arzusuna düştüler ve örnekler verdiler. Farsçayı edebiyat dili olarak benimsediler. Türk hanedanlarının saraylarında edebiyat dili Farsça oldu. Samanoğullarının, Gaznelilerin, Büyük Selçukluların zamanında Türk aydınları arasında Farsça edebiyat dili olarak benimsendi. Farsça yazanlar takdir gördü. Türkçe, olgun örnekler verecek teşvikten mahrum kaldı. Bu dönemde ortaya konulan Türkçe eserlerde ilim ve din alanında Arapça, edebiyat alanında da Farsça kelimelerin kullanılması giderek yaygınlaştı. Hece vezninin yerini aruz vezni almaya başladı. Eski Türk nazım şekilleri yanında mesnevî ve gazel gibi yeni nazım şekilleri de kullanıldı.
Bu durum daha çok Farsçanın yoğun olarak kullanıldığı Türk siyasî hakimiyeti altındaki bölgelerde görüldü. Halkı Türk olan bölgelerde ise Türkçe ile eser verme daha XI. yüzyıldan itibaren başladı. Bu yüzyıllarda meydana getirilmiş eserler daha çok öğüt verici nitelikteki şiirlerdir. Bu tür eserlerin başında devlet yönetimi ile ilgili olarak 1070 yılında Yusuf Has Hacib’in yazdığı Kutadgu Bilig görülür. Onu XII. Yüzyılda Edip Ahmet Yüknekî’nin Atabetü’l-Hakâyık’ı takip eder. Kutadgu Bilig ve Atebetü’l-Hakayık aruz vezni ile yazılmaları, Arapça ve Farsça kelimeleri bünyesinde almaları ve muhtelif islâmî unsurları taşımalarına rağmen iran şiirinin tam hakimiyetini taşımazlar. Hatta nazım şekli olarak bile tam benzerlik göstermezler. Atabetü’l-Hakayık baştan sona dörtlüklerle yazılmıştır. Ahmet Yesevî de hikmet tarzında yazdığı şiirlerde bu nazım şeklini kullanmıştır. Bu hikmetlerde islâm inanç ve ahlâkı ile birlikte tasavvuf duygusu da işlenmiştir.Hikmet tarzı gelenek hâlinde Ahmet Yesevî’den sonra da devam etmiştir. Kâşgarlı Mahmud’un Türk boyları arasından derlediği ve Dîvânü Lûgat-it Türk isimli eserine aldığı dil ve şiir örnekleri Türk şiirinin kendi geleneklerini sürdürdüğünü gösterir.
Türkler XI. yüzyılın ikinci yarısından sonra Anadolu’da Anadolu Selçukluları ile kesintisiz bir hakimiyet kurmuştur. Ancak bu dönemde de Farsça Türk saraylarında hakimiyetini sürdürdü. Sultan ve emirlerin himayesinde Türk şair ve edipler Türkçe yerine Farsça eserler verdiler. Türkçeye geçiş birden olmadı. Küçük küçük bazı denemelerle Türkçe Anadolu edebiyat dünyasında boy vermeye başladı. Bu önce Farsça mısralar arasında Türkçe kelimeler, Farsça şiirler içinde Türkçe mısralar şeklinde görüldü. Ayrıca bir mısraı Farsça diğeri Türkçe olan mülemmalar da Anadolu’da ilk Türkçe şiir örnekleridir. Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî’nin eserleri böyledir. Baştan sona Türkçe ile yazılmış ilk şiirleri Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled’e aittir.
XIII. ve XIV. yüzyılın siyasî ve sosyal durumu bir hayli karışıktır. XIII. yüzyılın başlarında Anadolu Selçuklu devleti eski gücünü kaybetmeye başlamıştı. Bu yüzyılın ortalarında, doğudan gelen Moğol akınları durdurulamadığından siyasî birlik bozuldu. Bunun sonunda bazı isyanlar çıktı. Bu çözülme ile birlikte XIV. yüzyılda Anadolu’da çeşitli beylikler görüldü. Yüzyılın sonuna gelindiğinden Osmanlı Beyliği Anadolu’da Türk birliğini yeniden kurmayı başardı.
Siyasî ve sosyal karışıklıklar, beyliklerle ortaya çıkan yeni kültür merkezleri, edebiyatta bir canlılık meydana getirdi ve Türkçe eserler verilmeye başlandı. Yeni kurulan beyliklerde beyler, kültürle ilgili çalışmaları desteklediler. Hatta çeşitli eserlerin yazılmasını ve tercüme edilmesini istediler. Bazı beylerin bizzat eser yazdığı da görüldü. Karamanoğlu MehmetBey’le başlayan Türkçenin resmî dil olma durumu diğer beyliklere de yayıldı.
XIII. yüzyılın en önemli kültür merkezi Konya’dır. Sadreddin-i Konevî, Mevlânâ Celâledin-i Rumî bu merkezin önde gelen isimleridir. Moğol istilâsı sonucunda meydana gelen karışıklık ve belirsizlik Anadolu’da bir iman ve kültür buhranı doğurdu. Fakat Mevlâna ve Yunus gibi şahsiyetler, bu buhranın derinleşmesini önlediler. Bunlar ve bunların yolunda gidenlerin başlattığı tasavvuf anlayışı gitgide yayıldı. Aslında bu cereyan daha önce Anadolu’ya gelen Ahmet Yesevî’nin dervişleri ile başlamıştı. Orta Asya ve özellikle Horasan’dan Anadolu’ya akın akın gelen Türkmen şeyh ve dervişleri halka tasavvuf neşvesini anlatmak ve duyurmak için Türkçeyi kullandılar.
Türkler arasında islâmiyet’in yaygınlaşmasında tasavvufun büyük rolü vardır. Nitekim Anadolu’nun Türk ve islâm ülkesi olmasını sağlayanlar arasına Ahmet Yesevî’nin Anadolu’ya gönderdiği dervişleri mühim bir yer tutar. işte bu yüzyıllardaki kültür ve edebiyat hayatında bu anlayış çok etkili olmuştur.Mevlânâ ve Yunus, sadece dönemlerinde değil daha sonraki yüzyıllarda da şair ve yazarlarımızın yanı sıra her kesimden insana tesir etmişlerdir. Böylece dinî-tasavvufî Türk şiiri diye ayrı bir edebiyat kolu doğmuştur. Üstelik tasavvuf anlayışı, diğer sanat dallarında da etkili olmuştur.
Edebiyatımızda pek çok şairimiz bu anlayışı çeşitli şekillerde eserlerinde işlemişlerdir. Klâsik şairlerimizin eserleri tasavvufî söyleyişlerle doludur.
XIII. yüzyılın ilk çeyreğinde Anadolu’da Hoca Dehhanî ile Ahmet Fakih, Türkçe eserler verirler. Selçuklu sarayında bulunan bu şairler, Anadolu’daki edebiyatımızın ilk önemli temsilcileridir.
XIV. yüzyılda görülen ilk eser Yunus Emre’nin Riasâletü’n,Nushiyye’sidir.Yunus Emre, divanında toplanan şiirleriyle, sadece bu yüzyılın değil, bütün Türk edebiyatının en büyük şairlerindendir. Yunus, çok geniş bir coğrafyada okunmuş, benimsenmiş ve etkileri yüzyıllarca devam etmiştir. Gülşehrî, Feridüddin-i Attar’ın didaktik ve tasavvufî yönü ağır basan Mantıku’t Tayr adlı eserini, aynı adla Türkçeye kazandırdı. Âşık Paşa da Garibnâme adlı kitabı ile Türkçenin o devirde en hacimli eserini vermiştir. Bu eser, konusu itibariyle Anadolu’da tasavvuf anlayışının temel kitabı olur.Garibnâme XIV. yüzyılda Türkçenin mükemmel bir abidesidir. Bu saydığımız şairler, aynı zamanda mutasavvıftırlar.Yine bu yüzyılda Yusuf ile Züleyha mesnevîsinin yazarı olan Şeyyad Hamza, naatlarıyla dikkati çeker. Hoca Mesud, Erzurumlu Darir, Şeyhoğlu Mustafa, Seyyid Nesimî, Ahmedî ve Kadı Burhaneddin XIV. yüzyılın ikinci yarısında eser veren belli başlı şairlerdir. XIV. Yüzyılda artık Klasik Türk şiirinin alt yapısı hazırlanmış, gelenekleri belirginleşmeye başlamıştır.
XIII. yüzyılda Nasreddin Hoca’nın fıkraları kültürümüzün bir başka cephesini verir. Ayrıca Battalnâme, Hamzanâme ve Saltuknâme nesir sahasında ve halk hikâyeleri tarzında yazılan eserlerdir. Geçen yüzyıla nispetle bu yüzyılda; gazel, rubaî, tuyuğ, kaside nazım şekilleri gelişerek devam etmiştir.
XV. yüzyılın başındaki Ankara Savaşı (1402), siyasî açıdan bir talihsizlik oldu. Anadolu’da Türk birliği tamamlanmak üzere iken devlet fetret dönemine girdi. Edebî faaliyetlerde bir durgunluk görüldü. Ancak Çelebi Mehmed, dirayeti ile kısa zamanda duruma hâkim oldu. Devlet yeniden kuruldu. Oğlu II. Murad’la birlikte edebî ve ilmî alanlarda canlılık başladı. Ahmedî ve Şeyhoğlu Mustafa gibi usta şairler bu yüzyılın başında da eser vermeye devam ettiler.
Sultan II. Murad devrinde pek çok eser yazıldı. Bunda, padişahın kendisinin şair olması yanında, edebiyat ve kültür meselelerine önem vermesinin de etkisi vardır. II. Murad’la birlikte kültür ve edebiyat faaliyetleri Osmanlı sarayına taşındı. Nitekim din, tasavvuf, ahlâk, tarih ve aşk konularını işleyen bazı eserlerin yazılıp tercüme edilmesini II. Murad istemiştir. II. Murad, ayrıca Türkçeye önem veriyor, eserlerin açık, anlaşılır bir dille yazılmasını istiyordu. Hatta dili anlaşılmayan bazı eserlerin yeniden sade Türkçe ile tercümesine önem veriyordu. Onun zamanında Anadolu Türk birliği de kuruluşunu hemen hemen tamamlamış bulunuyordu. Oğlu II. Mehmed de aynı yolda devam etti. istanbul fethedilince ilim ve kültür faaliyetleri burada gelişip yeşerdi. Fatih Sultan Mehmed kendisi de, babası gibi şair bir padişahtı. Avnî mahlası ile şiirler yazan Fatih, divan tertip eden ilk Osmanlı padişahıdır. Fatih’ten başka II. Bayezid, Cem Sultan ve Bayezid’ın oğlu Şehzade Korkut da edebiyat alanında eserler verdiler.
XV. yüzyılın başlarında Süleyman Çelebi Mevlid ismiyle şöhret bulan Vesiletü’n-necât adlı mesnevîsini yazdı. Bu eser mevlid türünün ilk örneği oldu. Bunu Abdülvasi Çelebi’nin Miraçnâme, Hatiboğlu’nun Letayifnâme, Kemal Ümmî’nin Kırk Armağan adlı eserleri izledi.
Klâsik edebiyatımızın kurucusu durumunda olan büyük şairler bu yüzyılda yetişti. Ahmed-i Daî, Şeyhî, Ahmed Paşa ve Necatî bu şairlerin önde gelenlerindendir. Bunlardan başka Atâyî, Mesihî, Zeynep Hatun, Mihrî Hatun gibi divan sahibi şairler de bu dönemde yetiştiler.
Bu yüzyılda mesnevî alanında önde gelen şair Hamdullah Hamdi’dir. Divan’ından başka Yusuf ve Zeliha, Leylâ ve Mecnun, Tuhfetü’l-uşşak, Kıyafetnâme ve Ahmediyye adlı eserleri ile bir hamse meydana getirdi. Ahî, Behiştî, Tacizade Cafer Çelebi, Revanî, Devletoğlu Yusuf bu yüzyılın diğer mesnevî şairleridir. Yazıcıoğlu Mehmed, Muhammediye’si ile ün kazandı. Muînî, Mevlânâ’nın Mesnevî’sini Türkçe’ye tercüme etti ve açıklamasını yaptı. Hatiboğlu Muhammed de H.812/M.1410 yılında Hacı Bektaş-ı Veli’nin Makalât adlı eserini Arapça mensur şeklinden, manzum olarak Türkçeye çevirdi.
Bu devrin diline Eski Anadolu Türkçesi denir. Böyle olmasına rağmen eserden esere dilin ifade gücü ve olgunluğunda gelişme görülür. Bu eserlerde genellikle anlaşılır bir dil kullanılmıştır. Ancak bu yüzyılın sonuna doğru yazılan eserlerde Arapça ve Farsçadan alınan kelimelerin sıklığında bir artış görülür.
Nesir alanında verilen eserlerin başında 1401 yılında Şeyhoğlu’nun yazdığı Kenzü’l-küberâ gelmektedir. Bundan başka Şeyh Ahmet Kırk Vezir’i, Eşrefoğlu Rumî Müzekki’n-nüfus’u yazar.Secili ve sanatlı nesirde Sinan Paşa Tazarrunâme’yi ortaya koyar. Ayrıca o, Maarifnâme’yi yazar, Tezkiretü’l-evliya’yı tercüme eder. Tercüme alanında başka eserler de vardır. Bunlardan biri, II. Murad’ın Mercimek Ahmed’e Farsçadan Türkçeye çevirmesini söylediği Kabusnâme’dir.Yazıcıoğlu Ahmed’in Envârü’l-âşıkîn’i de tercüme eserler arasında yer alır. Hümâyunnâme ile Kelime ve Dimne de bu yüzyılda tercüme edilen eserlerdendir.
Bu yüzyılda Orta Asya Türk edebiyatının en büyük temsilcisi, Çağatay Türkçesi adı ile Anadolu Türkçesinden biraz farklı bir dille eser veren Ali Şir Nevâî’dir. O, yazdığı manzum ve mensur eserleriyle Türk kültürüne, diline ve edebiyatına büyük hizmette bulunmuştur. Herat, şair bir hükümdar olan Hüseyin Baykara sayesinde canlı bir kültür merkezi hâline gelmiştir.
Habibî de Azerbaycan’da yetişen şairlerin önde gelenlerindendir.
XVI. yüzyılda, Türk edebiyatı, XV. yüzyılda belirginleşen geleneklerinin üzerinde büyük bir gelişme gösterir. Osmanlı Devleti’nin en güçlü devri olan bu yüzyılda, Mimar Sinan mimarî, ibn Kemal, Ebussuud Efendi ve Kınalızâde Âli Çelebi gibi şahsiyetler ilim alanında yetişmiş büyük isimlerdir. istanbul başta olmak üzere, Bursa, Edirne, Manisa, Amasya, Üsküp, Bağdat, Konya, Diyarbakır, Kefe (Kırım) ve Vardar Yenicesi (Bulgaristan) gibi merkezlerde ilim, fikir ve sanat faaliyetleri kuvvetlendi ve gelişti. Doğuda Semerkand, Buhara, Afganistan ve Hindistan da birer Türk kültür merkezi durumuna geldi.
XVI. yüzyılda Türk şairleri, özendikleri ve kendilerine örnek aldıkları Acem şairleri ile boy ölçüşecek seviyeye geldiler. Bu yüzyılda örneklerinden aşağı kalmayan eserler ortaya koydular. Bu yüzyıldan kalan eserlerde, dönemin güç ve kuvvetini, zaferlerini, tarihî olaylarını, yaşayışını, hayat ve dünya görüşünü bulabiliriz. Türkçe bir imparatorluk dili olmak yoluna girdi. Fakat Arapça ve Farsça kelimelerin, dilimizin yapısını olumsuz yönde etkileyecek kadar yaygın kullanılışı da bu dönemde başladı. Bununla beraber Türkçe atasözleri ve deyimler, bu dönem şairleri tarafından ifade içinde geniş olarak kullanıldı. Öte yandan XV. yüzyılda başlayan ve halk Türkçesi ile şiir yazma diyebileceğimiz Türkî-i Basit hareketinin en kuvvetli iki temsilcisi Mahremî ve Edirneli Nazmî bu devirde yetişti.
Bu yüzyılda gazel, kaside, mesnevî rubaî gibi nazım şekillerinin kuvvetli şairleri vardır. Fuzûlî, Bâkî, Hayalî gazel ve kasidenin olduğu kadar bütün Türk edebiyatının en büyük en önde gelen şairlerindendir. Yine Türk edebiyatının en büyük terkib-i bent şairi olan Bağdatlı Rûhî bu yüzyılda yaşamıştır.
Araştırıcılar tarafından Türk edebiyatının altın devri kabul edilen bu devirde mesnevî türü de çok gelişmiş, Fuzûlî’nin Leylâ ile Mecnun’u ortak islâm edebiyatının en önemli eseri olarak ortaya çıkmıştır. Taşlıcalı Yahya Bey’in, Kara Fazlı’nın, Azerî ibrahim Çelebi’nin mesnevîleri, türünün en güzel örnekleridir.Rubaî’de Kara Fazlı, mizah alanında Gazalî bu dönemin önde gelen isimleridir. Şehir hayatına ait şehrengizler, mahallî konuları işleyen orijinal eserlerdir. Bursa, istanbul, Edirne ve Diyarbakır için şehrengizler yazılmış, bu türde Lâmiî Çelebi, Fakirî, Nihalî gibi şairler eser vermişlerdir.
Pek çok dinî, tasavvufî ve manzum sözlüklerin yanında Hz. Muhammed’in yüz ve vücut görünüşünü anlatan hilye türünde en güzel eser bu devirde Hakanî tarafından yazılmıştır.
Edebiyat tarihi niteliğindeki tezkirecilik de bu yüzyılda gelişmiş, Sehî ve Lâtifî bu türün ilk örneklerini vermişlerdir.
Ozan ve bahşıların Türk halkı arasında eskiden beri önemli bir yeri vardı. Bunlarda, manevî bir tarafın bulunduğu da halk tarafından kabul ediliyordu. Eski Türklerde, elinde kopuz denen sazı ile ozan, bahşı ve kamlar ölüm, şenlik, zafer gibi hadiseler üzerine ortaya çıkarak sazları eşliğinde çalıp söylerlerdi.
XVI. yüzyıla gelindiği zaman halk şiiri geleneği de devam ediyordu. Bu devirde halk şairleri de vardı. Bunlar ordu içinde sefere katılıyor ve şiirler söylüyorlardı. I. Selim’in iran ve Mısır seferlerine katılan Bahşı adlı şair bu yüzyılın bilinen ilk saz şairidir. Yine bu şairle aynı zamanda yaşayan ve Ozan mahlasını kullanan bir halk şairi daha görülmektedir. Bunları Kul Mehmed, Öksöz Dede, Hayalî ve Köroğlu gibi halk şairleri izledi.
Bu yüzyılda bunlara paralel olarak halk hikâyeleri teşekkül etmeye başlamıştır.
Panayırlarda, düğünlerde, kahvehanelerde vb. bazı toplantı yerlerinde sık sık âşık denen saz şairlerine rastlanıyordu. Osmanlı Devleti içinde bunlar, belirli bir sınıf olarak ortaya çıkmışlar ve halkın duygularını dile getirmişlerdir. Bunlar Osmanlı esnaf teşkilâtı içinde hususî bir sınıf olarak, kendilerine has olan edebî geleneği sakladılar ve canlı tuttular. Böylece âşıklar zümresinin ortaya çıkmasını sağladılar.
Âşık denen saz şairlerinin bazı özellikleri vardır. Bunlar belirli bir topluluğun önünde dillerine geldiği şekilde, çalıp söylerlerdi. Bu şairler genellikle gezgindiler. Bir yetişme tarzları vardı. Saz şairliğine meraklı, istidatlı gençlerin bir edebî ve meslekî terbiye alması gerekirdi. Bunlar şöhret sahibi âşıkların etrafında toplanırlardı. Belirli bir öğrenim görmemekle beraber şehir hayatının kültür havasından ayrılmazlardı. islâm tarihine, evliya menkıbelerine, şiire, musikiye ait bilgiler edinirlerdi. Uzun seyahatler yaparlar, fasıllara girerler, sonra üstaddan mahlas alıp âşık olurlardı.
Halk şairlerinin şiirlerine yer veren cönkler de bu yüzyılda ortaya çıkmıştır.
XVII. yüzyıla gelindiğinde Osmanlı Devleti, hâlâ geniş ve güçlü bir devlet görünümünde olmasına rağmen gerileyiş, hatta çöküş de başlamıştır. Köprülüler’in başarıları, Kara Mustafa Paşa’nın II. Viyana seferinde bozguna uğramasıyla sonuçsuz kalır. Aslında devlet, doğuda ve batıda varabileceği sınırlara ulaşmıştır. iç yapıdaki bozulmalar, Celâlî isyanları, ülkeyi huzursuzluğa sevk etmekte ve iç düzeni, dengeyi bozmaktadır. Fakat idarî ve siyasî hayattaki bu durum, kültür ve edebiyatta hiç görülmez. XVI. yüzyıldaki tabiî gelişme devam eder. Kırım’dan Kahire’ye, Bağdat’tan Balkanlar’a kadar çeşitli ilim ve kültür merkezlerinde Türkçe yazan büyük şairler yetişir. Bu dönemde, Türkçe ve Türk edebiyatı büyük bir yaygınlık ve gelişmişlik gösterir. Bu yüzyılda, kültür ve ilim hayatı da aynı gelişme içerisindedir. Nitekim Kâtip Çelebi gibi büyük bir bilgin bu yüzyılda yaşamıştır.
Bu asırdaki padişahlar, geçen yüzyılda olduğu gibi şairdirler, şairleri korumuşlardır. XVI. yüzyılın iki zirve ismi Fuzûlî ve Bâkî’den sonra bu yüzyılda da büyük ustalar yetişmiştir. Klâsik Türk şiiri, örnek alınan Fars şiirinden asla geride kabul edilemeyecek olgunluğa erişmiştir. Şairlerimiz, iran şairlerinden üstün olduklarını iddia etmişlerdir. Mesnevî konuları yerli hayattan alınır olmuştur. Nev’izâde Atayî mesnevî nevinin bu yüzyıldaki en önemli şahsiyetidir. Kasidede Nef’î, yalnız bu asrın değil, bütün klâsik Türk edebiyatının en büyük şairi kabul edilir.Ayrıca bu alanda Ganizâde Nâdirî, Riyazî, Sabrî, Kafzâde Faizî gibi isimler yetişmiştir. Gazelde Şeyhülislâm Yahya gibi büyük bir üstat vardır. Şeyhülislâm Bahaî, Fehîm, Vecdî ile Nâilî-i Kadîm ve Neşâtî bu yoldaki diğer ustalardır. Yüzyılın ikinci yarısının en büyük şairi Nâbî’dir. Nesir, gazel, kaside ve mesnevîleri ile daha devrinde çok büyük bir şöhrete ulaşmıştır. Rubaî’de Azmizâde Hâletî, Türk edebiyatının en önde gelen isimlerindendir.
Bu yüzyıl Türk şiirinin üslûbu, genel çizgileriyle ince, nâziktir. Şairler, ses ve anlam uygunluğu gözetirler, anlama bir derinlik, hayale bir genişlik katarlar. Söylenmek isteneni, mana yüklü kelimelerle verirler. bu biraz da Sebk-i Hindî’nin özelliğidir. Sebk-i Hindî, iran’da doğmuş, Hindistan’da Türk imparatorluğu sarayında gelişmiş bir akımdır. Bu üslûbu iran’da kullanıp geliştiren şairler genellikle Türk asıllıdır.
Sebk-i Hindî’de anlam derin, geniş ve iç içedir. Bu derinlik, genişlik ve iç içeliği anlatmak için hayal unsurlarına başvurulur. Bunun için de fazla mübalâğa yapılmıştır. Bu yeni anlayış ve yaklaşım, şiire yeni mazmunlar kazandırmıştır. Tasavvuf, bu tarz şiirin en öneli konusu hâline gelmiştir.
Sebk-i Hindî’de, anlama bağlı olarak dil incelmiş; en ince ve derin duyguları anlatacak söyleyiş şekilleri bulunmuştur. Bu noktada şiirde kullanılan kelime kadrosunda bir zenginleşme olmuştur. Az sözle çok ve derin anlam ifade edilmiştir. Bu yolda özellikle Nâilî, Neşâtî ve Fehim gibi şairler eserler vermişlerdir.
XVII. yüzyılda nesirde de büyük üstatlar yetişmiştir. Nergisî sadece şiirle değil nesirle de hamse yazılabileceğini göstermiştir. Fakat Nergisî ve Veysî’nin nesri bir sanat gösterisi niteliğine bürününce, Türkçenin yapısı bundan büyük zarar görmüştür. Bununla beraber Türk nesri bu asırda gelişme imkânını asıl Kâtip Çelebi ile Evliya Çelebi’de bulmuştur. Kâtip Çelebi’de bilim dili olmuştur. Evliya Çelebi’de samimiyet ve görülenlerin yazıya geçirilmesi endişesi vardır. Bu yüzyılda nesir dili genellikle şiir diline göre ağırdır.
Halk ve saz şiiri de gelişmesini ve altın çağını bu yüzyılda yaşadı. Bu edebiyatın en büyük temsilcileri XVII. yüzyılda görüldü. Kuloğlu, Kâtibî, Kayıkçı Kul Mustafa, Gedayî, Gevherî, Karacaoğlan, Âşık Ömer bunların belli başlılarıdır.
Bu şairler ve diğerleri, klâsik Türk şiirinden konu, tema, kelime yönünden faydalandıkları gibi, tasavvufî şiirin de etkisinde kalmışlardır. Bununla beraber halk zevkinin inceliklerinin ve güzelliklerinin halk şairleri tarafından büyük bir başarı ile kullanıldığını görüyoruz.
Sarayın özellikle hanım sultanların himayesini gören saz şairlerinin toplandığı kahveler vardır.Bunlar, orada usta çırak usulüyle yetişirlerdi. Öte yandan askerler arasındaki saz şairleri, Osmanlı Devleti’nin çeşitli kara ve deniz savaşlarına katılmışlar ve gösterilen kahramanlıkları şiirleri ile anlatmışlardır. Bu şairlerin eserlerinde, kahramanlık hissi ve kahramanlık ahlâkı, önemli yer tutar.
Bu yüzyılda halk şairlerimizle klâsik şairlerimiz arasında bir yakışlaşma görülür. Halk şairlerinden bazıları klâsik şairler gibi divan tertip ederler, klâsik şiirin kelime ve terkiplerini benimserler. Aruz veznini kullanma yaygınlaşır. Öte yandan klâsik şairlerimizden bazıları da hece veznine ve halk söyleyişine yönelirler.
XVIII. yüzyılın başlarında edebî durum büyük ölçüde bir önceki asrın özelliklerini taşır. XVII. yüzyılın ikinci yarısında yetişen Nâbî ile Sâbit, XVIII. yüzyılın ilk senelerinde de eser vermeye devam ederler.
XVII. yüzyılın ilk çeyreğinde Lâle Devri yaşanır. III. Ahmed’in, Damat Nevşehirli ibrahim Paşa’yı sadrazam yapması ile başlayan ve Patrona Halil isyanı ile sona eren bu devrede (1718-1730) birçok sosyal ve fikrî değişmeler oldu. istanbul’da imar hareketine girişildi, Arapça ve Farsçadan çeşitli sahalarda eserler tercüme edildi, sanat ve ilim adamları korundu ve çalışmalarına zemin hazırlandı. ilim ve fikir hayatına bir canlılık geldi. Ayrıca, 1727’de ibrahim Müteferrika tarafından kurulan matbaada, Türkçe eserler basılmaya başlandı. Bu matbaada ilk olarak Vankulu Lügatı basıldı.
Lâle Devri, fikir ve kültür hayatımızda önemli bir merhaledir. Bu zamanda edebiyat hayatında da yeni bir vadi açıldı. Lâle Devri’nin en önemli şairi Nedîm’dir. Nedîm, şiirlerinde çoşkun ruhunu, heyecan dolu duygularını, istanbul hayatını dile getirdi. O, ilhamını günlük hayattan aldı.
XVII. yüzyılda başlayan mahallîlik cerayanını Nedîm devam ettirdi ve geliştirdi. Nedîm’den başka Osmanzâde Tâib, Seyyid Vehbî, Râşid gibi sanatkârlar da zamanın önemli şairleridir. Osmanzâde Tâib’e padişahın isteği ile şairler reisi “Reis-i Şuara” unvanı verildi. Nâbî’nin açtığı açtığı çığır, Koca Ragıb Paşa’nın hikmet söyleme tarzındaki gazellerinde devam etti.
XVIII. yüzyılın sonunda görülen Şeyh Gâlib, klâsik şiirin son büyük şairi olarak kabul edilir. Haşmet, Fıtnat Hanım, Tokatlı Kâni gibi şahsiyetler bu asrın diğer şairleridir.
Nesir sahasında Yirmisekiz Çelebi Mehmed’in, Ahmed Resmî Efendi’nin Sefaretname’leri, Safaî ve Râmiz’in tezkire türündeki eserleri ile Râşid’in tarih türündeki eseri önemlidir.
XIX. yüzyıl, Osmanlı Devleti için büyük zorlukların yaşandığı, iç ve dış sıkıntıların arttığı, yıkılma sürecine girildiği ve yüzyılın özellikle son çeyreğinde, bütün önlemlere rağmen bu sürecin hızlandığı bir talihsiz zaman dilimi oldu.
Bu ortamda da edebiyat varlığını sürdürdü. Ancak XVIII. Yüzyılda en olgun örneklerini veren klâsik edebiyat bu dönemde, mahallîleşme akımı içinde varlığını sürdürdü. Enderunlu Vasıf, Enderunlu Fazıl, Keçecizâde izzet Molla, Âkif Paşa, Şeyhülislam Ârif Hikmet, Leylâ Hanım, nesirde Esat Efendi eser verdiler. Saz şiiri alanında Bayburtlu Zihni, Erzurumlu Emrah, Âşık Dertli, Dadaloğlu önde gelen isimler olarak görüldü.

Klâsik Edebiyatın Meydana Geldiği Çevreler

XIV. yüzyıldan itibaren Anadolu ve Rumeli’de divan edebiyatı belli bazı çevrelerde şekillenme ve gelişme imkânı bulmuştur.Bu çevreler, edebiyata önem veren, sanatkârı koruyan ve kollayan, başarılı eserleri ödüllendiren şahsiyetlerin varlığı ile oluşmuştur.Bu çevrelerin en önde geleni Anadolu Selçuklularının yıkılışından sonra Anadolu beylerinin konakları ve daha sonra padişah saraylarıdır. Beylikler döneminde özellikle Osmanlı Beyliği ile Germiyan Beyliği Anadolu’da bir Türk edebiyatının meydana gelmesinde özel gayret göstermişlerdir. Osmanlı Devleti’nin kuruluş devrinde Yıldırım Bayezid, Emir Süleyman, Çelebi Mehmed ve II. Murad, şair ve yazarlara yakın ilgi göstermiş, onları çalışmalarında teşvik etmiştir.Bilhassa II.Murad’ın gayreti ile tercüme çalışmaları artmış, Arapça ve Farsça birçok eser Türkçeye tercüme edilmiştir.Edirne, edebiyatın gelişmesi için bereketli bir muhit olmuştur.istanbul’un fethinden sonra bu defa bu yeni saltanat merkezindeki padişah sarayı asırlarca canlılığını koruyan bir edebiyat muhiti oluşturmuş, devletin her tarafından edebiyat ve özellikle şiir alanında kendini gösteren kabiliyetler bu muhite girebilmek için gayret göstermişlerdir. Bu muhit padişahların ilgisine bağlı olarak genişlemiş veya durulmuştur.
Padişahlardan sonra sıra ile şehzadelerin sarayları, sadrazamların, şeyhülislâmların, kazaskerlerin, çeşitli şehirlerdeki paşaların, beylerin konakları çoğu zaman şairlerin, ediplerin, musikişinasların korunup kollandığı birer özel sanat çevresi olmuşlardır.
istanbul dışında özellikle şehzadelerin bulunduğu sancak şehirleri Amasya, Manisa, Trabzon başka olmak üzere eski saltanat şehirleri Konya, Bursa, Edirne birer edebiyat muhiti olmaya devam etmiştir. Padişah ve şehzade sarayları ve devlet büyüklerinin konakları dışında başka edebiyat çevreleri de vardı. Bunlar daha çok şairlerin kendi aralarında yaptıkları toplantılarla oluşan edebiyat muhitleriydi. bu toplantılar, ya zengin bir sanat meraklısının ya da bir şairin evinde olurdu. Âşık Çelebi, Hasan Çelebi ve daha başka bazı tezkire yazarları bu muhitlere dair bilgi verirler.
Şairlerin kendi aralarında toplanıp şiirlerini birbirlerine okudukları, tartıştıkları bu meclisler, sanatın gelişip yayılmasında yeni şairlerin ortaya çıkmasında önemli yer tutarlar.
Şairlerin toplandıkları başka mekânlar da vardı. Bu mekânlar arasında dükkânlar ve meyhaneler önemli yer tutar. Zâtî’nin Bayezid Camii avlusundaki remilci dükkânı şairlerin uğrak yeriydi. Şairlerin toplandığı meyhaneler daha çok Tahtakale, Balıkpazarı ve Galata semtlerinde bulunurdu.
Bütün bu muhitler edebiyatın, özellikle şiirin gelişip yaygınlaşmasında yer tutmuştur.

Klâsik Edebiyatın Beslendiği Kaynaklar

Nazarî ve estetik unsurlarını islâm kültüründen alan klâsik Türk edebiyatı, şiir ve nesir sahasında belli bazı kaynaklardan beslenmiştir.Bunların en önemlileri şunlardır:
Kur’ân-ı Kerim: Klâsik Türk edebiyatının kaynaklarının başında Kur’ân-ı Kerim gelir. Kur’ân-ı Kerim’in inanış ve ibâdetlerle, Hz. Muhammed’den önceki peygamberlerle ilgili âyetleri, bu edebiyatın her faaliyet alanında değişik şekillerde kullanıldı.
Hadis: Hz. Muhammed’in çeşitli vesilelerle pratik hayat ve âhiretle ilgili söylediği sözlerden ibaret olan hadisler de klâsik Türk edebiyatının çok başvurduğu bir kaynak durumundadır. Bu sözler Arapça metni ile ya da Türkçeye tercümeleri ile şiir ve nesirde yer alırlar.
Kısas-ı enbiyâ (peygamber hikâyeleri): Kur’ân-ı Kerim’de adları geçen peygamberlerin hikâyeleri Klâsik Türk edebiyatında ya telmih yolu ile belirtilir, ya da doğrudan işlenir. Bunların başında Hz. Muhammed’in hayatı gelir. Onun hayatını anlatan eserlere Siyer denir ve siyerler başlı başına bir tür teşkil ederler. ilk izleri Kur’ân-ı Kerim’de olan peygamberlerden, hikâyeleri en çok anlatılanlar, yaratılması ve cennetten atılması ile Hz. Âdem, Tûfan ile Hz. Nûh, Firavun’la mücadelesi ile Hz. Mûsa, sabır örneği olarak Hz. Eyyûb, uçan tahtı, yüzüğü ve hayvanlarla konuşması ile Hz. Süleyman, oğlu ismail’i kurban etmek istemesi ve Nemrut tarafından ateşe atılması ile Hz. ibrahim, oğlu Hz. Yusuf’tan dolayı ağlamaktan gözleri kör olan Hz.Yakub, güzelliği ve aşkı münâsebetiyle Hz. Yusuf, balık tarafından yutulması ile Hz.Yunus, ölüleri diriltmesi ve kör gözleri görür hâle getirmesi ile Hz. isa’dır.
Menâkıb-ı evliya (evliya hikâyeleri): Birçok tanınmış velinin hikâyeleri de bu edebiyata konu oldu. Bunların başında, tacını tahtını terk ederek bir mağaraya sığınan Belh hükümdarı ibrahim Edhem gelir.Hallac-ı Mansur, Cüneyd-i Bağdadî, Bâyezid-i Bistamî de adı çok geçen veliler arasındadır.

Tasavvuf: Tasavvuf düşüncesini işleyen eserler, klâsik Türk edebiyatının önemli bir bölümünü teşkil eder. Vecd, fenafillhah, vahdet-i vücud, insan-ı kâmil gibi kavramlar etrafında pek çok konu işlenmiştir.
Şehnâme (iran mitolojisi): Klâsik Türk edebiyatının kahraman kadrosunda Türk şahsiyetler yer almaz. Bunların büyük kısmını iran efsanelerinde ve özellikle Şehnâme’de geçen şahıslar teşkil eder. bunların başlıcaları şunlardır: Cemşid; Feridun, Behmen, iskender, Sam, Rüstem, Nûşirevân, Behram-ı Gûr. iran mitolojisi sadece şahıslarla değil, çeşitli hadiseleri ile de klâsik Türk edebiyatına girdi.
Yerli hayat manzaraları: iran şiirinden alınarak kullanılan ortak malzeme ile ortak bir dünya kuran klâsik edebiyat şairleri, eserlerinde yerli hayat tasvirlerine pek yer vermemişlerdir. Ancak XVIII. yüzyıldan itibaren şehir hayatı, ramazan, bayram eğlenceleri, çeşitli merasimler mahallî hayat manzaraları da şiire girmeye başladı.

En Önemli Eser: Divan

Klâsik Türk edebiyatı şairlerinin bir ömür boyu yazdıkları şiirlerini bir araya getirdikleri deftere divan denir. Bu edebiyata, tertip edilen bu şiir defterlerinden hareketle divan edebiyatı dendiğini biliyoruz. Şiirler divana gelişigüzel giremezler. Onların belli bir düzeni vardır. Bu düzen iki esas göz önünde tutularak kurulur: Nazım şekilleri ve konular. Nazım şekillerine göre şiirler şu sıra içinde divana alınırlar: Kasideler, terkib-i bend ve terci-i bendler, musammatlar, mesnevî tarzında tarih manzumeleri, gazeller, rubaîler, kıt’alar, beyitler, müstakil mısralar. Bu sıra değişmez, biri diğerinin yerini alamaz. Konularına göre de tevhid ve münâcâtlar, naatlar, miraciyeler, dört halifeyi öven şiirler, din uluları ve tarikat büyüklerini yücelten şiirler, devrin padişahını öven şiirler, devlet büyükleri için methiyeler. Bunlardan sonra çeşitli olaylar etrafında düşürülmüş tarihler gelir.
Bir divanın oluşabilmesi için bu yapıya kavuşması gerekir. Tam olmayan divanlara divançe denir.
Divanlardaki şiirlerin şairin hangi devresine ait olduğu, onu ne zaman yazdığı bilinmez. Çünkü şiirler divanlarda tarihî sıraya göre yer almazlar. Ancak şiirin içindeki bilgiler, telmihler bu konuda ilgilenene yol gösterir. Böyle olunca şairin şiirde gösterdiği gelişmeyi sağlıklı şeklide takip etmek zordur.

Mahlas

Klâsik Türk edebiyatı şairleri eserlerinde kendi isimlerini kullanmamışlardır. Her şair şiirlerinde kullanmak üzere kendilerine “mahlas” denilen takma bir ad almıştır.Şalirler bu takma adı kendileri seçtiği gibi, onlara bu şairlik ismi başka şair, üstat kabul ettiği kişiler tarafından da verilirdi. Bu takma isim çoğunlukla mahlasnâme denilen özel bir şiirle de duyururlardı. Fuzûlî, Bakî, Figanî, Nef’î, Nâbî hep birer mahlastır.Bu şairlerin asıl işimleri başkadır.
Mahlas, şiirde imza yerine geçer ve özel bir yeri vardır. Gazel ve kasidelerde şairin mahlasının geçtiği beyte taç beyit denir.

2010.sınıf edebiyat konu anlatımları Empty Geri: 10.sınıf edebiyat konu anlatımları Ptsi Ocak 11, 2010 2:03 am

Laηє†Li мєLєq

Laηє†Li мєLєq
Hiperaktif Üye
Hiperaktif Üye

Klâsik Şiirimizde Nazım Şekilleri

Klâsik Türk şiirinde geleneğin belirlediği nazım şekilleri vardır. Bunlar, başlangıcından itibaren hiçbir değişikliğe uğramadan yüzyıllar boyu aynı yapı içinde kullanılagelmiştir. Bu nazım şekilleri, nazım birimi beyit olanlar, kıt’a olanlar ve bend olanlar olmak üzere üç grupta toplanabilir.
Nazım birimi beyit olanlar:

Kaside
Beyit esasına göre yazılan, en az otuz bir, en çok doksan dokuz beyitten meydana gelen, kafiyelenişi gazel gibi, birinci beyit kendi arasında, diğer beyitlerin birinci mısraları serbest, ikinci mısraları birinci beyitle kafiyeli (aa-ba-ca-da-ea-...) nazım şeklidir.Ancak beyit sayısını sınırlamak zordur. Yüz beyti aşan kaside örnekleri de vardır.
Kasidelerin ilk beytine matla, son beytine makta, en güzel beytine beytü’l-kasîd, şairin adını veya mahlasını zikrettiği beyte de taç beyit adı verilir.
Kaside altı bölümden meydana gelir.Bunlar sırası ve özellikleriyle şöyledir:
1. Nesîb veya teşbib bölümü: Kasidenin ilk bölümüdür. Umumiyetle kasidelerin en uzun ve sanatlı bölümüdür. Şair bu bölümde mevsimleri, bayram günlerini, felsefî bir konuyu ve daha başka çeşitli konuları işleyebilir. Kasidelere ismini veren kısım bu bölümdür.
2. Girizgâh bölümü: Şairin, methini yapacağı, övgüye değer niteliklerini sıralayacağı kişiden bahsedebilmek için bir münasebet düşürdüğü, bunu en iyi şekilde yapabilmek üzere uygun bir durum belirlediği tek beyit veya iki beytin adı. Bu bölüme giriz de denir. Bu beyit veya beyitlerin ustaca yazılmış olması, nükteli bir söyleyişi ihtiva etmesi gerekir. Bu bölüm nesib bölümü ile methiye bölümünü birleştiren bağ vazifesini görür.
3. Methiye bölümü: Bu bölümde kasidenin muhatabı övülür.
4. Tegazzül: Gazel tarzında şiir yazma demektir. Şair genellikle methiye bölümünden sonra, bir fırsatını düşürüp aynı vezin ve kafiyede bir gazel söyler. Bunu söylemeden gazele geçeceğini bildirir.
5. Fahriye bölümü: Şairin, kendi kendisini övdüğü, sanatının diğer bütün şairlerden üstün olduğunu söylediği bölümdür.
6. Dua bölümü: Kasidelerin son bölümüdür.bu bölümde, şair Allah’tan, övdüğü kimse için ikbal ve saadet, uzun ömür ve başarı diler, kendisi de, kasidesini başarı ile bitirmesine imân verdiği içinAllah’a karşı şükran duygularını dile getirir.
Kasideler, konularına göre, Allah’ın birliğini işliyorlarsa veya ona yalvarış ve yakarış şeklinde iseler tevhid veya münâcât, Hz. Muhammed’e karşı duyulan sevgiyi dile getiriyorlarsa, naat, Miraç hadisesini anlatıyorsa Miraciye ölen birisi için yazılmışlarsa mersiye, övgü için yazılmışlarsa methiye, birini yermek için yazılmışsa hicviye isimlerini alırlar.
Bundan ayrı olarak kasideler çoğunlukla nesib bölümlerinde ele alınan konulara göre isim alırlar. Buna göre, Padişahın tahta çıkışı için yazılanlara cülûsiyye, düğün törenlerini anlatanlara sûriyye, ramazan ayının gelişini kutlamak ve ramazanın faziletlerinden bahsetmek için yazılanlara ramazaniyye, bayramı konu alanlara bayramiyye veya iydiyye, muharrem ayını anlatanlara muharremiyye, yeni yılı kutlayanlara sâliyye, bahar mevsimini tasvir edenlere bahariye veya rebîiyye, kış mevsimi için yazılanlara şitâiyye, yaz eğlencelerini anlatanlara sayfiye veya temmuziyye, yeni yapılan bir bina için yazılmış olanlara dâriyye, hamam tasviri için yazılanlara hamamiyye, at tasvirleri ihtiva edenlere rahşiyye, nevruz dolayısıyla yazılanara nevruziyye, bir ülkenin veya kalenin fethi dolayısıyla o yerin fatihine sunulanlara fethiyye, barış üzerine yazılanlara sulhiyye, gittiği yerden veya seferden dönen padişah veya kumandanlara takdim edilenlere kudûmiyye denir.
Bazı kasideler ise rediflerine göre gül, sünbül, lâle, menevşe, su, tig, kalem kasidesi gibi adlar alırlar.
Arap edebiyatında cahiliye devrinde yazılmış kasidelerde, önce konakladığı yerden göç etmiş sevgili tasvir edilir.Daha sonra, şairin sevgilisini takiben çöllerde tabiatın zorluklarına ve vahşi hayvanlara karşı verdiği mücadeleler anlatılır. En sonra ise kasidenin asıl hedefi olan medih (övgü) kısmına geçilir ve şiir bu bölümle sona erer.
islâmiyetin zuhurundan sonra kasidelerin tertibi büyük ölçüde aynı kalırsa da muhtevası değişir. Kasidecilik geleneği Emevî, Abbasî, Gaznelî, Samanî saraylarında, Müslüman iran’da Selçuklu ve Osmanlı saraylarında ve kültür merkezlerinde devam eder.
Araplarda başlayan kaside nazım şeklinin en başarılı örneklerini iranlı şairler verdi. Ferruhî, Ascedî, Hakanî ve Enverî kaside şairlerinin başında gelir. Türk klâsik edebiyatında Ahmed Paşa, Necatî, Bakî, Nef’î ve Nedîm önemli kaside şairlerimiz arasında yer alır. Bilhassa Nef’i bu nazım şeklinde yazdığı şiirleriyle ün yapmıştır.

Gazel

Klâsik Türk edebiyatının en önemli ve çok sevilip kullanılan bir nazım şeklidir. Beyit esasına göre yazılır. Bu nazım şekli ile çoğunlukla aşk, sevginin güzelliği, sevgilinin âşığa çektirdiği cefa, ilgisizliğinden şikâyet, kıskanma, ayrılığın verdiği ıstırap ve vuslat arzusu, sevgiliye karşı yakarışlar, içki sohbetlerindeki hâllerin ifadesi yanında bazen de tasavvufî konular, hayat, dünya ve âhiret hakkındaki düşünceler işlenir. En az beş, en çok on beş beyitten meydana gelirler.En çok kullanılan şekli beş ile yedi beyit arasında olanlarıdır. Üç beyit olanına da rastlanır.Kafiyeleniş şekli, ilk beyitin mısraları kendi aralarında kafiyeli, diğer beyitlerin birinci mısraları serbest, ikinci mısraları birinci beyitle kafiyelidir (aa-ba-ca-da-ea-...). Gazelin ilk beytine matla’ (doğuş yeri, başlangıç), son beytine de makta’ (bitiş, son) denir. ikinci beyte hüsn-i matla’, son beyitten bir önceki beyte de hüsn-i makta’ denir. Bu beyitlerin genellikle matla’ ve makta’ beyitlerinden güzel olmasına dikkat edilir. Gazelin ilk beytinin ikinci mısraı son mısra olarak tekrar edilirse buna redd-i matla’ denir. Matla’ın dışındaki bir mısra tekrarlanırsa buna redd-i mısra’ adı verilir.Şair, son, bazen de sondan bir önceki beyitte adını veya mahlasını zikreder. Bu zikrin yapıldığı beyte mahlas beyiti veya mahlashâne denir.Mahlasın bazen son iki beyitten daha önceki beyitlerde zikredildiği de olur. Bu durumda şair kendi adını zikrettiği beyitlerden sonra zamanın padişahını veya kimi tarikat ulularını över. Bu tip gazellere gazel-i müzeyyel (ekli gazel) denir.
Gazelin en güzel beytine beytü’l-gazel veya şah beyit adı verilir. Şair gazelinin her beytini en mükemmel şekilde yazmaya çalışır. Böyle, her beyti aynı güzellikte olan gazellere yek-âvâz gazel denilir. Gazellerin her beytinde aynı temanın işlenmesi gerekmez.Ancak bazı gazeller baştan sona bir temayı ele alır ve işler.Bu tip gazellere de yek-âhenk gazel denir.
Bazı gazeller mısra sonlarındaki kafiyelerden başka, bir de mısranın ortasında bir için kafiye meydana getirilerek yazılır. Beyitler bu kafiyelerden ayrılıp alt alta dörtlükler hâlinde yazılacak olursa (abab-cccb-dddb-...) şeklinde kafiyeli kıt’alar meydana gelir.Bu tip gazellere musammat gazel denir.
Gazel kelimesi Arapça olduğu hâlde, Araplar, gazeli nazım şekli olarak ancak islâmiyetten önce, kasidelerin nesib kısımlarında ve bir de kasidenin methiye ve fahriye bölümlerinden sonra kullandılar. Gazel, müstakil bir nazım şekli olarak X. yüzyılda iran edebiyatında doğdu. XIII. yüzyılda da Türk şairlerince benimsendi. Bu nazım şekli, biçim, kuruluş ve iç yapı bakımından iran edebiyatı örnekleri ile aynıdır.
XIII. yüzyılda Türk edebiyatının Anadolu sahasında rastlanan gazeller pek başarılı örnekler değildir. Tasavvuf konusunu işleyen bu ilk örneklerden sonra XIV. yüzyılda, diğer Türk sahaları ile birlikte Anadolu’da da başarılı gazeller yazılır. Fakat konu yine genellikle tasavvuf sahasında kalır. XV. yüzyılda gazel Çağatay sahasında Ali Şir Nevâî, Azerî sahasında Habîbî, Anadolu sahasında da Ahmed Paşa, Melihî ve bilhassa Necatî ile hızlı bir gelişme gösterir. Bu şairlerle gazel maddî ve manevî güzelliklerin, dünyevî zevk ve eğlencelerin, aşk, kadın ve şarap konularının ifade edildiği nazım şekli hüviyetini alır. XVI. yüzyıldan itibaren, her asrın büyük şairlerince mükemmel örnekleri verilen gazel nazım şeklinin son üstadı Yahya Kemal’dir.

Mesnevî

Klâsik Türk edebiyatı nazım şekillerinden biri de mesnevîdir. Edebiyatımıza iran’dan geçmiştri. Her beyitin mısraları kendi aralarında kafiyelidir (aa-bb-cc-dd-...). Gazel ve kaside gibi tek bir kafiyeye bağlı olmadığı ve beyit sayısında sınır bulunmadığı için daha ziyade uzun konuların ve hikâyelerin nazmedilmesinde kullanılır. Eserde, ağır ve yorucu olmasın diye genellikle aruzun kısa kalıpları kullanılır.Mesnevî nazım şekli ile yazılmış eserler konularına göre şöyle sınıflandırılabilirler: 1- Destanlar, savaş ve kahramanlık konularını işleyen mesneviler; iskendernâme (Ahmedî) 2- Aşk hikâyelerini konu alan mesnevîler: Leylâ ve Mecnun, Vamık u Azrâ, Hüsrev ü Şirin. 3- Dinî ve tasavvufî mesnevîler: Mevlid (Süleyman Çelebi), Hilye-i Hakanî (Hakanî), Hüsn ü Aşk (Şeyh Galib). 4- Ahlâkî-didaktik mesnevîler; Hayriyye (Nâbî). 5- Şehirleri ve o şehrin güzellerini anlatan mesnevîler; Şehrengiz-i Bursa (Lâmiî), Hûbannâme (Enderunlu Fazıl). 6- Eğlence ve düğünleri anlatan eserler; Surnâme (Vehbî). 7- Mizahî mesnevîler; Harnâme (Şeyhî).

Müstezat

Uzun ve kısa mısraların ard arda gelmesiyle meydana gelen, gazelin özel bir şekli olarak da kabul edilen nazım şeklidir. Uzun mısralar daima mef’ûlü/mefâ’îlü/mefâ’îlü/fe’ûlün kalıbıyla, kısa mısralar da bu kalıbın birinci ve sonuncu cüz’ünün birleşmesiyle meydana gelen mef’ûlü/fe’ûlün kalıbıyla yazılır. Kısa mısralara ziyade denir. Ziyadeler, üstlerindeki asıl mısranın manasına bağlıdırlar ve bunu mana bakımından tamamlar niteliktedirler. Ayrıca bu mısra ahenk monotonluğunu da giderir.
Ziyadeler mısra olarak kabul edilmediklerinden müstezatlarda iki uzun iki kısa olmak üzere dört mısra bir beyit sayılır.
Müstezatların kafiye örgüsünden uzun mısralar gazel gibidir. Kısa mısralar ise ya kendi aralarında ya da uzun mısralarla kafiyelidirler. Kısa mısralar ( ) işari içine alınmıştır.
a(a)a(a)-b(b)a(a)-c(c)a(a)...
a(b)a(b)-c(c)a(b)-d(d)a(b)...
Müstezatların, bu iki tip kafiyelenişten daha serbest olarak a(b)a(b)-a(b)a(b)x(x)a(b)-x(x)a(b) şeklinde kafiyelenmiş oldukları da görülür. Uzun mısralar mefâ’îlün/mefâ’îlün/mefâ’îlün/mefâ’îlün kalıbı ile, kısa mısralar ise sadece mefâ’îlün/mefâ’îlün cüzleri ile yazılan müstezatlar vardır ki bunlara müstezât-ı südâsiye denir.Bunlara südâsiye denmesinin sebebi uzun ve kısa mısraların altı mefâ’îlün cüzünden meydana gelmiş olmasındandır. iki ziyadeli müstezatlar da vardır. Müstezat divan şairlerinin XVIII. yüzyıldan sonra fazla rağbet ettikleri bir nazım şeklidir.
Tek Dörtlükler:

Rubaî

Dört mısralık nazım şeklidir. Kafiyelenişi çoğunlukla aa ba şeklindedir. Ancak dört mısraı da birbiri ile kafiyeli olan rubaîler de vardır (aaaa) Bunlara rubaî-i musarra denir. Şairler rubaîlerde mahlas kullanmazlar.
Rubaîlerin hususî aruz kalıpları vardır.Bunlar ahrem ve ahreb olmak üzere ikiye ayrılırlar. Türk edebiyatında yalnız ahrem vezinleri, bunların da ahenklileri kullanılmıştır.
Şair rubaînin mısralarında aynı kümede olmak üzere, değişik kalıplar kullanabilir. Değişik kalıp kullanılan mısra umumiyetle üçüncü mısradır.
Rubaîlerde şairler genel olarak hikmet taşıyan düşüncelerini, dünya görüşlerini rindâne tavırlarını, maddî ve manevî aşk anlayışlarını dile getirirler.
Rubaî, iran edebiyatında doğmuş, oradan Türk ve Arap edebiyatlarına geçmiştir. Bu nazım şekline terâne, dü-beyt, cehâr mısrâ dendiği de olur.Bu türün en büyük şairi Ömer Hayyam’dır. Türk edebiyatında ise Azmizâde Haletî (XVII. yüzyıl) rubaî yazmayı meslek hâline getirmiştir.
Rubaîlerde tek bir düşüncenin en kısa yoldan, en yoğun bir şekilde anlatılması gerekir Bu bakımdan mısralar arasında tam bir mana uyumu vardır. Rubaînin en kuvvetli mısraı üçüncü mısradır.

Tuyuğ

Bir dörtlükten meydana gelen bir nazım şeklidir. Rubaîye benzer. Kafiyeleniş şekli de onun gibi aaxa şeklindedir.Bunlara musarra tuyuğ denir.Aruz vezninin yalnız fâ’ilâtün/fâ’ilâtün/fâ’ilün kalıbı ile yazılır.
Tuyuğ sadece Türklerin kullandığı bir nazım şeklidir. Halk edebiyatındaki mâninin rubaî karşılığı olarak klâsik şiire geçmesinden meydana geldiği söylenebilir. Mânide olduğu gibi tuyuğlarda da genellikle cinaslı kafiye kullanılır.
Şairler, bu nazım şekli ile rubaîlerde olduğu gibi dünya görüşlerini, dinî tasavvufî düşüncelerini dile getirmişlerdir.
Edebiyatımızda Kadı Burhâneddin tuyuğ şairi olarak isim yapmıştır. Seyyid Nesîmî ise musarra tuyuğları ile tanınır.
Nazım Birimi Dörtlük Olanlar:

Şarkı

Murabbadan çıkmış, dörtlü bendlerden oluşan nazım şeklidir. Halk edebiyatındaki türkü türünün klâsik şiirdeki aksi gibidir. En az 3, en çok 5 bend olurlar. Kafiyeleniş şekilleri arasında bazı farklılıklar görülür. aaaa-bbba-ccca şeklinde kafiyelendiği gibi abab-baba-ccca-ddda-...; aaxa-bbba-ccca-ddda-...; şeklinde kafiyelenmiş örnekleri de vardır.
Şarkılar bestelenmek üzere yazıldıklarından mûsikî usullerine kolaylıkla uyabilecek kalıplarla ve özellikle mef’ûlü/mefâ’îlü/mefâ’îlü/fe’ûlün kalıbıyla yazılırlar.
Şarkılarda her bendin üçüncü mısraına miyan ya da miyan-hâne denir. Söz ve bestenin en etkili yeri bu mısraa denk getirilir.
Edebiyatımızın en güzel şarkı örneklerini Nedîm yazmıştır.
Nazım birimi bend olanlar:
Bunları musammat şekiller başlığı altında toplamak mümkündür.

Musammat

Musammat, en az 4, en çok 10 mısralı bendlerden kurulan nazım şekillerinin genel adıdır. Başlıca çeşitleri şunlardır:
a) Murabba (dörtlü), b) Muhammes (beşli), c) Müseddes (altılı), d) Müsebba (yedili), e) Müsemmen (sekizli), f) Müaşşer (onlu), g) Terkib-i bend, terci-i bend. Musammatların her birinin iki çeşidi vardır: a) Müzdevic (birleşen) musammat: Her bendin son mısraları, ya da son beyitleri birbiriyle kafiyeli olan musammat biçimidir. b) Mütekerrir (tekrarlanan) musammat: Her bendin son mısraı, ya da son beyiti hiç değişmeyerek tekrarlanan musammatlardır.
Klâsik Türk edebiyatında en çok kullanılan musammat çeşitleri murabba, muhammes, terkib-i ve terci-i bend’dir.

Murabba

Dörder mısralık beyitlerle kurulan nazım şeklidir. En az 3, en çok 7 bend olur. Murabbalarda ilk bend kendi arasında kafiyeli, diğer bendlerin ilk üç mısraı kendi arasında, son mısraı ise birinci bend ile kafiyelidir. aaaa-bbba-ccca-..... Bu tip kafiyeli murabbalara müzdeviç murabba denir. Bütün şiir boyunca bendlerin dördüncü mısralarının aynen tekrar edildiği murabbalar da vardır. Bunlara ise mütekerrir murabba adı verilir. Kafiye düzenleri: aaan-bbbn-cccn... şeklindedir.
Bu nazım şekli her konu için kullanılabilir.

Muhammes

Beşer mısralık bendlerle kurulan nazım şeklidir. En az 4, en çok 7 bend olurlar.
iki çeşidi vardır.Birinci bendin mısraları kendi aralarında, diğer bendlerin ilk dört mısraı, hepsi ayrı ayrı kendi içinde, beşinci mısraları da birinci bend ile kafiyeli olan muhammeslere müzdevic muhammes denir (aaaaa-bbbba-cccca-...). ilk bendin dört ve beşinci ya da yalnız beşinci mısraının öteki bendlerin sonunda tekrarlanması ile yapılan muhammeslere de mütekerrir muhammes adı verilir. (aaaan-bbban-cccan-dddan-...) aaaan-bbban-cccan-...dddan-...)
Bu nazım şekli her konu için kullanılır.

Terkib-i Bend

Aynı vezinde düzenlenen 5 ilâ 10 veya ziyade bendden meydana gelmiş klasik Türk edebiyatı nazım şeklidir.Her bend en az 5, en çok 10 beyitten meydana gelir. Bunlarda her bend hâne ve vasıta olmak üzere iki kısımdan oluşur.Bendin son beytine vasıta veya bendiye, ondan evvelki beyitlerin hepsine birden terkibhâne denir. Kafiye düzeni şöyledir.Hanelerde ya bütün mısralar birbiriyle kafiyeli, yani musarra olur: Bu tip terkib-i bendler bir nevi müzdevic musammat’tır. Yahut gazelde olduğu gibi baştaki beytin mısraları birbiriyle kafiyeli, diğer beyitlerinm ilk mısraları serbest ikinci mısraları ilk beyit ile kafiyelidir. Vasıta beyti mutlaka her bendin sonunda değişir ve kendi mısraları arasında ayrıca kafiyelidir.
1. şekil: aa xa xa xa xa xa bb - cc-xc xc xc xc xc dd
2. şekil: aa aa aa aa aa bb - cc cc cc cc cc dd- ...
Terkib-i bend nazım şekli ile dinî, tasavvufî, felsefî ve toplumla ilgili düşünceler, zamanın kötülüğünden yakınmalar, talihten ve hayattan şikâyetler dile getirilir. Mersiyeler genellikle bu nazım şekli ile yazılır.

Terci-i Bend

Terkib-i bend gibi 5 ilâ 10 beyitlik bendlerden kurulan, klâsik Türk edebiyatı nazım şeklidir. Terci-i bendde her bend terci’hâne ve vasıta olmak üzere ikiye ayrılır. Her bendin sonunda aynen tekrarlanan beyte vasıta, vasıtaların üstündeki beyitlerin hepsine birden terci’nâme denir. Terci-i bendlerin kafiye düzeni şöyledir:
1. şekil: aa aa aa aa aa bn-cc cc cc cc cc bn-..... (Bu şekil bir çeşit mütekerrir musammattır).
2. şekil: aa xa xa xa xa xa bn - cc xc xc xc xc bn-...
Terci-i bendin kafiyeleniş şekli terkib-i bendde olduğu gibidir. Aralarındaki fark vâsıta beytinin terci-i bendlerde aynen tekrarlanmasıdır.
Terci-i bendlerde çoğunlukla Allah’ın varlığı ve kudreti, kâinatın sonsuzluğu, insanın bu kudret ve sonsuzluk karşısındaki durumu ve hayattaki zıtlıklar gibi konular işlenir.

Mısra

Klâsik Türk şiirinde tek başına bir mısra da nazım birimi, hatta başlı başına bir nazım şeklidir.Mısra, en küçük nazım parçasıdır. Ancak bir şiirin parçası durumunda olmayıp tek başına yazıldığı durumlarda en küçük nazım şekli olarak kabul edilir. Bu şekilde kaleme alınmış, başlı başına bir mana ifade eden mısralara mısra-ı âzâde (bağımsız mısra) denir.
ister bir şiirin parçası olsun, ister olmasın, mana bakımından ustaca söylenmiş mısralara mısra-ı berceste denir. Mısra-ı berceste olabilecek bir mısra söyleyebilmenin önemini Koca Ragıb Paşa’nın:
Eğer maksûd eserse mısrâ-ı berceste kâfîdir
mısraı belirtir. Buradan, klâsik Türk edebiyatında asıl verilmek istenen eserin mısra-ı berceste olduğu manası çıkarılabilir.
Mısralar, mürettep divanlarda müfredat bölümünde yer alırlar.

Vezin

Klâsik Türk şiiri Arap ve Fars edebiyatlarında olduğu gibi aruz vezni üzerine kurulmuştur. Osmanlı dönemi şiirinin son zamanlarındaki bazı denemeler dışında aruz, bu şiirin tek veznidir. Aruz vezni Araplara ait bir ölçü olduğu hâlde Türkler bunu iranlılardan almıştır. O dönem şiiri bütün varlığını, gücünü, başarısını bu vezinle göstermiştir. Şiir dili olarak Türkçe gelişmesini bu vezinle ortaya koymuştur. Denebilir ki, bünyesine aldığı Arapça ve Farsça kelimeleri de bu vezin yolu ile kabul etmiştir. Türkçe bu şiir ile olgun bir mûsikîye ulaşmış, mükemmel bir ahenk ortaya koymuştur.
Türk şairleri aruzun Arapların ve iranlıların kullandığı her vezni şiirlerine ölçü olarak almamışlar, kendi zevklerine göre bir seçme yapmışlardır. Bu bakımdan bir nevi Türk aruzu da oluşmuştur denilebilir.
Türk şiirinde aruz vezni ilk defa 1070 yılında yazılan Kutadgu Bilig’de görülür. Ancak son zamanlarda yapılan araştırmalarda aynı dönem eseri Dîvânü Lûgat-it Türk’teki nazım parçalarının bazılarının da aruzla yazılmış olduğu anlaşılmıştır.
ilk devrelerde şairler, aruz veznini Türkçenin bünyesine uygulamada zorlanmışlardır. Ancak özellikle XVI. yüzyıldan itibaren aruz ile Türkçe, bir uyum içinde mükemmel şiir örnekleri vermişlerdir.
XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Türk şiiri batı etkisi ile yeni bir safhaya girdi. Yüzyıllar boyu ihmal edilen hece veznine karşı ilgi arttı. Bu ilgi kısa zamanda aruzun aleyhine bir akım hâlini aldı. Osmanlı Devleti tarih sahnesinden çekildiği sırada hece, aruzun yerini büyük ölçüde almış ve şiirde hâkimiyetini kurmaya başlamıştı.

Sanat Anlayışı ve Estetik Olgu

Klâsik Türk şiirinin kendine özgü bir sanat anlayışı ve estetik ölçüleri vardır. Şairler duygu ve düşüncelerini, dünyayı kavrayış ve değerlendirişlerini bu ölçüler içinde ifadelendirirler. Bu ifadelendirme belirli ve sınırlı benzetme ve imajlar ve bu imajlar etrafında teşekkül etmiş mazmunlar çerçevesinde olur.Mazmun kadrosu her şaire göre ayrı ayrı değil, hemen her şair ve bütün zamanlar için aynıdır, değişmez. Klâsik Türk şiirinin esasını mazmunlar oluşturur. Mazmun kalıplaşmış söz olmaktan çok, ifadedeki düz anlamın arkasında yer alan gizli anlamı veren bir sistemin adıdır. Görülen anlamdan ayrı ikinci bir anlam boyutu vardır. Bu sistem bütün hâlinde yürür. Şairin ele alacağı bir unsuru tavsif eden bir kelime beraberinde bütün bir kadroyu getirir. Bu kadro önceden bellidir. Göz deyince, câdû, mest, katil, âhû; dudak deyince gonca, mim, nokta, cevher, hokka, yahut mey, sır; saç deyince misk amber, sümbül, zincir, kement, ejder, perişan kelimeleri şekle, renge anlama dayalı kelimeler olarak kendiliğinden ortaya gelir. Şair bu dar ve belli dünya içinde başarılı olmak durumundadır. Bu kadroda değişiklik yapamaz.
Klâsik şairler şiirlerinde sadece düz anlamı olan, okununca birden kavranan bir dünyayı vermezler. Onlar iç içe girmiş, birinden diğerine geçilen, iki, üç, hatta daha çok tabakadan oluşan bir anlam zenginliği ile şiirlerindeki dünyayı kurarlar.
Bunu da mazmunlarla sağlarlar. Mazmunların bu anlamlarından başka bir de birbirine bağlı, iç içe geçmiş, birbirini açan saklı anlamları vardır. Ancak her mazmun için bunu söyleyemeyiz. Bazen bu gizli dünya kendisini kolayca ele verir. Klâsik şiirde hüner bunlarla ölçülür. Mazunlardaki bu gizli anlamı çözebilmek onunla temasa gelebilmek için klâsik şiirimizin imaj sistemini iyi kavramış olmak gerekir. Bu sistemi bilmeyenler klâsik şiirimizin kendi içinde kapalı bir dünyayı dile getirdiğini, yaşanılan hayatla hiç ilgili olmadığını söylerler. Bu kanaat doğru değildir. Mazmun dünyasının tam bir kategorik araştırması yapılmamışsa da, bu dünyanın arkasında nasıl yoğun ve canlı bir hayatın var olduğunu son dönemde yapılan araştırmalar ortaya koymaktadır. Bu araştırmalar klâsik Türk şiirinde günlük hayat yoktur, bu edebiyat yaşanılan hayatın dışındadır, gibi peşin hükümlerin haksız olduğunu gösteriyor.

TAZMiNAT SONRASI TÜRK EDEBiYATI

Osmanlı Devleti ilk defa XVII. yüzyılın ortalarından sonra Avrupa karşısında mağlûbiyetler görmeye başladı. II. Viyana kuşatmasından sonra yaşanan mağlûbiyetlerin ardı bir türlü alınamadı. XVIII. yüzyıldan itibaren Avrupa’nın üstünlüğü kabul edildi. Devleti, içine düştüğü durumdan kurtarabilmek için Avrupa’nın ulaştığı bilim ve teknik seviyenin ülkeye aktarılması amacıyla çalışmalar başlatıldı. Bunlar belli bir program içinde olmayan, köklü değişikliklerden uzak, günü kurtarma amacını taşıyan girişimler olarak kaldı. XIX. yüzyılın başında III. Selim ve II. Mahmud’un batılılaşma ve çağdaşlaşma yolunda yaptığı hamleler de kesin sonuç vermedi. Bütün bu gayretler çerçevesinde her şey Osmanlı Devleti’nin artık başa çıkamadığı batılı devletler karşısında varlığını koruyabilmek için yapmak mecburiyetinde kaldığı siyasî ve sosyal hareketlerdir. Bu çabalar nihayet 1839’da Tanzimat Fermanı’nın ilânı ile tam bir devlet programı hâlini aldı.
Bu süreçte batıyı daha yakından tanıyan, kültürünü şöyle veya böyle benimseyen bir nesil yetişti. Bu neslin içinde yer tutan edebiyatçılar, batı edebiyatını örnek alarak eskiden ayrı, yeni bir anlayışla yeni bir edebiyat meydana getirdiler. Bu edebiyat edebiyat tarihimiz içinde Tanzimat Sonrası Türk Edebiyatı olarak adlandırılır.
Bu isim altındaki edebiyat devresi 1860’tan 1895 yılına kadar sürer. Bu edebî devreye, meydana geldiği dönemde ve daha sonraki devrelerde Edebiyat-ı Cedîde (Yeni Edebiyat) dendi.
Bu edebî devre mensuplarının en önde gelen gayesi çökme tehlikesi ile karşı karşıya bulunan devleti kurtarmak, milleti aydınlatmak, ilim ve irfan yolunda yükseltmek, Batı medeniyetinin ulaştığı seviyeye getirmekti. Tanzimat sonrası sanatçıları bu gayelerine varmak için edebiyatı bir vasıta olarak kullandılar.
Tanzimat sonrası edebiyatını meydana getiren sanatkârların verdiği eserler halis edebiyat olarak kabul edilemez. Bu devre edebiyatı büyük ölçüde siyasî bir edebiyattır. Sosyal ve siyasî düşünceler edebî eserler vasıtasıyla halka anlatılarak yaygınlaştırılmak istenmiştir.
1839 yılından sonra ülkede bazı önemli kurumlar kuruldu. Mevcut bazı kurumlar da yenileşme hareketini meydana getirecek ve işleyecek edebiyatçıların yetişmesine yardımcı oldu. Bunların başında kalemler gelir.
1839’dan sonra yabancı dil bilen gençlere duyulan ihtiyaç arttı. Bu ihtiyacı karşılamak üzere okulların dışında bazı tedbirler düşünüldü. Bu tedbirlerden 1832 yılında kurulan Tercüme Kalemi (Odası)’ni başta saymak gerekir. Tanzimat sonrası edebiyatçılarının birçoğu burada yetişmiştir.
Tanzimat sonrası kültür hayatında önemli bir rol oynayan bir kurum da Encümen-i Dâniş’tir.bu kurum 1851 yılında padişah iradesi ile açıldı. ilk bakışta görevi Darülfünûn’da okutulacak kitapları hazırlamaktı. Fakat asıl gayesi Fransız Akademisi gibi bir akademinin kuruluşunu sağlamaktı. Devrin ilim adamları Encümen-i Dâniş için önemli kitaplar yazdılar ya da tercüme ettiler. Bunlar batılı düşüncenin yayılmasına yardımcı olmuştur.
Yenileşmede önemli rol almış kurumlar arasında gazeteleri de saymak gerekir. 1831 yılında resmî gazete olarak çıkan Takvim-i Vekayi’den sonra ilk yayımlanan Türkçe gazete ingiliz Churcill’in çıkardığı Ceride-i Havadis’tir (1840). Makale, haber ve özellikle tiyatro özetleri ile devri için önemli yazıları ihtiva eder.Bunu 1861 yılında Tercümân-ı Ahvâl arkasından Tasvîr-i Efkâr takip eder. 1860’tan sonra gazete sayısı gittikçe artar.
Bu kurumlar etrafında yenileşmeyi sağlamak amacıyla bazı düşünceler belirir. Bu düşüncelerin hepsi ülkeyi, içinde bulunduğu kötü durumdan kurtarmak gayesini taşır. Ama bu gayeye ulaşmak için seçilen yollarda bazı farklılıklar belirir. Bu devrede başlıca üç düşünce akımı görülmektedir.
1- Medeniyetçilik: Batı medeniyetini benimsemek ve bu yolla kalkınmak ilkesini esas alır. En önemli temsilcileri arasında Mustafa Reşid Paşa, Münif Paşa, Şinasî sayılabilir. Daha sonra Tevfik Fikret bu görüşün en ateşli savunucusu olacaktır.
2- Osmanlıcılık: Osmanlı saltanatı etrafında din farkı gözetmeksizin, aynı haklara sahip muhtelif milletlerin toplanmasını esas alan görüştür. Âli ve Fuad paşalar başta olmak üzere Namık Kemal ve Ahmed Midhad Efendi gibi isimler bu fikrin savunucuları arasındadır.
3- islâmcılık: Yeni gelişen ve batıdan gelen hukuk anlayışı üzerine doğdu. Devletin yıkılmasını engeleyecek ve onu yükseltecek her hareketin islâmî esaslardan ilham ve örnek alınmasını ister. Buna göre her yenilik için fıkıh tükenmez bir kaynaktır. En başta gelen savunucusu Ali Suavi Efendi’dir.
Tanzimat sonrası edebiyatı incelendiğinde 1860-1885 yılları arasında meydana gelen eserlerin aynı mahiyette olmadıkları, devrin şartlarına göre bazı değişiklikler taşıdıkları görülür. Buna göre bu devreyi de kendi içinde iki bölümde incelemek uygun olur.
1- Birinci Nesil (1860-1876): Şinasî’nin Tercüme-i Manzûme’yi neşri ya da Tercümân-ı Ahvâl gazetesini çıkarışı başlangıç tarihi olarak kabul edilir. I. Meşrutiyetin ilânına kadar sürer. Bu devrede edebiyatçılar daha çok siyasî bir gaye taşırlar. Bu gaye Meşrutiyetin ilânıdır. Eserlerde hep meşrutî sistemin faziletleri dile getirilir. Şinasî - Ziya Paşa - Namık Kemal bu yeni edebî dönemin ilk neslini oluştururlar.
2- ikinci Nesil (1876-1885): Daha çok ferdî duyguların ve felsefî düşüncelerin edebî eserlere konu olduğu devredir. Bu devrede sosyal ve siyasî meselelerden çok değişik görüntüleri ile tabiat, insan ve onun çeşitli meseleleri ele alınır. Bu neslin önemli temsilcileri, Abdülhak Hâmid, Recaizâde Mahmud Ekrem ve Sami Paşazâde Sezaî’dir.
Bu devre de kendi içinde onar yıllık devrelere ayrılır. 1876-1885 yılları ile 1885-1896 yılları arasındaki edebî hayat aynı özellikleri taşımaz. Hâmid ve Ekrem’in tesiri, diğer taraftan tercüme eserlerin zenginleştirdiği edebiyat anlayışı ile 1885-1896 yılları arasında edebiyatımızda köklü değişiklikler olur. Bunun içindir ki Servet-i Fünûn topluluğunu hazırlayan bu devre mensuplarını Ara Nesil adı ile ve kendi başına bir devre olarak ele almak daha uygundur.
Tanzimat sonrası edebiyatında klâsik edebiyat geleneğine karşı çıkılmış, başta nesir olmak üzere, klâsik edebiyatın şekil ve türlerinde büyük değişmeler meydana gelmiş, dilde sadeleşme yolunda önemli sayılacak hamleler yapılmış, konular daha çok günlük hayata ve onun şekillendirilmesine yönelmiştir.
Bu değişmeleri şu başlıklar altında toplayabiliriz:
a) Klâsik edebiyat türlerinden olan şiir, mektup, tarih vb. edebiyat türleri batılı anlayışa göre yeni şekiller almıştır.Ayrıca klâsik edebiyatımızda olmayan tiyatro, roman, makale, hikâye, hatıra, tenkit vb. edebiyat türleri geliştirilmiştir.
b) Fransız ihtilâli’nin dünyaya yaydığı eşitlik, adalet, demokrasi gibi fikirler edebî eserlerde işlenmiştir.
c) Gazete neşri yaygınlaşmış, batılı fikirlerin, yeni edebiyat anlayışı ve muhsullerinin halk arasında yaygınlaşması için vasıta olarak kullanılmıştır.
d) Halkın kolayca anlayabileceği sade bir dil meydana getirilmeye çalışılmıştır.
e) Klâsik edebiyat geleneğinde çok önemli yer tutan söz ve mana sanatlarının süs olarak değil, gerektiği yerde kullanılmasına önem verilmiş ve bu sanatlar büyük ölçüde terk olunmuştur.
Bu genel değişiklikler yanında bir de edebiyat türlerine göre meydana gelen değişiklikler vardır. Bunları da şöyle sıralayabiliriz:
1- Şiirde görülen değişiklikler:
a) Aruz vezninin kullanılması devam etti. Ancak zaman zaman hece de kullanıldı.
b)Şiirin konusu genişletilerek her konuda şiirler yazılmaya başlandı.
c) ilk devrelerde yeni fikirler eski nazım şekilleri ile anlatıldı. Bilhassa ikinci devreden sonra eski nazm şekilleri büyük ölçüde terk edildi, yeni nazım şekilleri benimsendi.
d) Şiirde konu bütünlüğüne önem verildi.
e) Şiirlere müstakil isimler verilmeye başlandı.
2- Hikâye ve Roman:
a) Olaylar çoğunlukla günlük hayattan ya da tarihten alındı. Anlatılan olayların gerçek ya da gerçeğe uygun olması gerektiği prensibi benimsendi.
b)ilk zamanlar romantizm, daha sonra realizm ve naturalizm’in tesiri görüldü.
3- Tiyatro:
a) Sahnede oynanabilecek eserler yanında okunmak için de piyesler yazıldı.
b)Çoğunlukla aile, çocuk terbiyesi, örf ve âdetlerle ilgili sorunları ve tarihi konuları işleyen oyunlar yazıldı. Siyasî fikirlerin işlendiği piyesler de kaleme alındı.
c) Trajedi, dram ve komedi türünde eserler yazıldı. Komedilerde ve trajedilerde Klâsisizmin, dramlarda Romantizmin tesiri görüldü.Ayrıca komedilerde eski seyirlik oyunlarımızdan ortaoyunu ve Karagöz oyunlarının etkisi hissedildi.
ARA NESiL
Edebiyat tarihimizde Tanzimat sonrası edebiyatının ikinci nesli ile Servet-i Fünûn edebiyatı arasında yer alan devir Ara Nesil olarak adlandırılır. 1885-1896 yıllarını içine alır.Bu devrede eser veren sanatkârlar bir yandan Tanzimat sonrası edebiyatının birinci neslinden Namık Kemal’in, ikinci neslinden ise Abdülhak Hâmid ve Recaizâde Mahmud Ekrem’in, diğer yandan da edebiyatta yeniliği kabul etmekle birlikte dil ve zevk bakımından geleneğe bağlı kalan Muallim Naci’nin etkisinde kaldılar. Bu bakımdan Ara Nesil mensupları genel olarak Ekrem ya da Naci dairesinde gösterilirler. Bu devir mensuplarını en çok etkileyen bu iki sanatkârdır.
Tanzimat sonrası edebiyatının ilk nesli edebiyatı sosyal ve siyasî düşüncelerinin ifadesinde bir vasıta olarak gördüler.Eserlerinde hep bu gayeye hizmet ettiler. Edebî eseri ve bilhassa şiiri estetik bir vakıa olarak düşünmediler.
ikinci nesil ise edebiyatı siyasetin sınırları dışına çıkardı. Ancak onun meseleleri üzerinde pek düşünmediler. Sadece şekil ve muhteva olarak şiirde büyük değşiiklikler yaptılar.
Ara nesil sanatkârları, 1860’tan sonra açılan yeni eğitim öğretim kurumlarında yetiştiler.Okullarda yabancı dil öğrendiler. Böylece batı edebiyatını, özellikle Fransız edebiyatını daha yakından ve bizzat Fransızcadan okudular, batıda ortaya çıkan edebiyat akımlarını takip etme imkânı buldular. Pek çok Fransızca eseri Türkçeye tercüme ettiler, bu yolla hem şekil hem konu bakımından kendilerine bol örnek bulma imkânını kazandılar.
Gazete, mahiyeti gereği geniş bir kesime hitabeder. Edebiyat bu yayın organı içinde lâyıkı ile gelişme imkânı bulamaz. Oysa Tanzimat sonrası devrede edebiyat hep gazete ile gelişme yolları aradı. Ara Nesil edebiyatçıları ise mecmuacılığa önem verdiler. 1880-1895 yılları arasında ya doğrudan edebiyat veya edebiyata az ya da çok yer ayıran elliye yakın dergi çıktı. Bu dergiler etrafında bir edebiyat okuyucusu teşekkül etti.
Ara Nesil sanatkârları edebiyatı ve özellikle şiiri estetik bir olgu olarak kabul ettiler. Onu hem şekil hem muhteva yönünden güzelleştirmenin yollarını aradılar. Edebiyatı, sadece edebiyat olarak ele aldılar. Ondan, başka sahalar için fayda beklemediler. Edebiyat, şiir ve şair doğrudan düşünce konusu oldu. Böylece edebî tenkit önceki devreye nazaran çok gelişti.
Sanatkârlar edebiyat üzerindeki düşüncelerini yayımlayacak yayın organları buldular. Böylece edebiyat meseleleri daha kolay tartışılır hâle geldi. Yeni edebiyat taraftarları ile eski edebiyat geleneğini devam ettirenler en önemli münakaşalarını bu devrede yaptılar. Ekrem ve Naci arasındaki tartışmalar bu devrede oldu. Tanzimat sonrası edebiyatçılarının örnek aldığı romantizmle 1880’den sonra edebiyatımızda görülmeye başlayan natüralizm bu devrede tartışıldı. Menemenlizâde Mehmed Tahir’in romantizmi, Beşir Fuad’ın natüralizmi savunduğu bu tartışmalar sonunda edebiyatımızda akımlar belirmeye başladı.
Ayrıca bu tartışmalar edebiyat, şiir ve şiirin çeşitli meseleleri üzerinde düşünme yolunu açtı. Vezin, kafiye, dil, üslûp üzerine çeşitli yazılar yazıldı. Yeni bir şiir dili ve şiir cümlesi arandı. Mısra ya da beyite bağlı şiir cümlesi terk edilmeye başlandı.Batılı nazım şekillerinin kullanılışı arttı. Klâsik nazım şekillerinin üzerinde çeşitli değişiklikler yapıldı. Serbest müstezat ve batıdan gelen sone kullanılmaya başlandı. Vezin üzerindeki tartışmalar yeniden alevlendi. Hece veznini reddedenler oldu.Ancak Ali Ferruh gibi onu kullanmamanın cinayet olacağını söyleyenler de çıktı.
Tercüme faaliyetleriyle genç sanatkârların edebiyat ufku genişledi. Bu yol ile konular zenginleşti, akla gelen her konu şiirde ele alınmaya başlandı. Yeni terkipler arandı. Tercümeler yolu ile kelime dünyası zenginleşti. Yeni bir duyuş ve düşünüş tarzı meydana geldi. Bu yeni duruma yeni imaj sistemleri ile anlatıldı.
Şiir, şekil ile birlikte sıkı kafiye kayıtlarından kurtarıldı. Kafiyeler serbest şekilde şiire yerleştirildi. Kafiyelerin arası açıldı. Şiir içinde kafiyesiz mısralar yer aldı, kafiyesiz şiirler yazıldı. En önemlisi 1895 yılında başlayan kafiye kulak için midir, göz için midir? tartışmasından önce fiilî olarak kulak için kafiye denendi.
Ara Nesil’in meydana getirdiği bu değişiklikler büyük ölçüde Servet-i Fünûn edebiyatını hazırladı. Esasen Servet-i Fünûn sanatkârlarının hemen hepsi ya Ara Nesil sanatkârlarının öğrencisi olmuş ya da bu sanatkârların edebiyat sohbetlerinde bulunmuşlardır.

SERVET-i FÜNÛN TOPLULUĞU

Servet-i Fünûn mecmuası etrafında toplanan sanatkârların meydana getirdiği edebî topluluğun adıdır. Bu edebiyatçıların meydana getirdiği edebiyata Servet-i Fünûn edebiyatı ya da Edebiyat-ı Cedîde denir. Ancak bu topluluğa Edebiyat-ı Cedîde denmesi uygun değildir. Çünkü edebiyat tarihimizde Edebiyat-ı Cedîde, Tanzimat sonrası edebiyatına verilen genel isimdir. Servet-i Fünûn topluluğunun meydana getirdiği edebiyata, onu Şinasi, Namık Kemal, Ziya Paşa, Abdülhak Hâmid, Recaizâde Mahmud Ekrem vb. sanatkârların meydana getirdiği edebiyattan ayırabilmek için kendi devirlerinin tenkitçileri “Yeni Edebiyat-ı Cedîde” demişlerdir.
1890 yılında Ahmed ihsan Servet isimli bir gazete çıkarmaktaydı. Bu gazetenin ayrıca Servet-i Fünûn isimli bir ilâvesi vardı. Daha sonra gazete kapanınca ilâve yayına devam etti. Servet-i Fünûn ilk zamanlarda edebî bir hüviyet taşımıyordu. içinde her türlü ansiklopedik bilgi olan bir mecmua hâlindeydi. Servet-i Fünûn’un edebî bir mecmua hâline gelmesi bir tesadüf eseridir.
Bu durum şöyle olmuştur: Bu devrede Malûmat isimli bir başka mecmua çıkmaktadır. Bu mecmua Recaizâde Mahmud Ekrem’in Şemsa isimli küçük hikâyesini izinsiz olarak yayımlar. Ekrem bunu Servet-i Fünûn mecmuasında tenkit eder. Bu yolla Ekrem’le mecmua sahibi Ahmed ihsan arasında bir yakınlık başlar. Ahmed ihsan mecmucanın edebî bir hüviyete büründürülmesi için Recaizâde Mahmut Ekrem’den yardım ister. Ekrem de talebelerinden Tevfik Fikret’i bu iş ile görevlendirir. Böylece 1896 yılına kadar gelen ve fen ağırlıklı ansiklopedik bilgiler veren mecmua edebî bir hüviyet kazanmış olur. 256. sayısından itibaren (Ocak 1896) kısa sürede devrin Mekteb, Hazîne-i Fünûn, Malûmat ve daha başka mecmualarında Recaizâde Mahmud Ekrem ve Abdülhak Hâmid’in tesiri ile yeni edebiyat anlayışına göre eser veren sanatkârlar, Servet-i Fünûn mecmuası etrafında toplandılar ve böylece bir edebiyat zümresi meydana geldi. Bu zümreye dâhil olan sanatkârlar şunlardır: Halid Ziya, Tevfik Fikret, Cenab Şahabeddin, Mehmed Rauf, Hüseyin Cahid, Ahmed Şuayb, Hüseyin Siret, Süleyman Nesib, Hüseyin Suad, Ahmed Reşid, Celâl Sahir, Ahmed Hikmet, Faik Âli.
Bu topluluğun en yaşlı üyesi 1866 doğumlu Halid Ziya, en genç üyesi de 1883 doğumlu Celâl Sahir’dir.
Servet-i Fünûn mecmuası 1901 yılına kadar aralıksız edebiyat faaliyetini sürdürür. Bu tarihte topluluk arasında bazı kopmalar meydana gelir. 1901 yılında Ali Ekrem devrin şiirini tenkidî bir gözle değerlendiren bir yazısını Servet-i Fünûn’a gönderir. Bu yazıda Servet-i Fünûn topluluğunun meydana getirdiği edebiyat, bazı yönleri ile tenkit edilmektedir. Tevfik Fikret, yazıyı kendilerine yönelen tenkidî kısımları çıkararak neşreder. Ancak Ali Ekrem yazının tamamını Malûmat mecmuasında yayımlar. Bu edebiyat âleminde bir akis uyandırır. Fikret bunun üzerine mecmuadan ayrılır. Bu sırada Hüseyin Cahid’in Edebiyat ve Hukuk makalesinde mahzurlu bazı fikirlerin yer alması üzerine mecmua kısa bir süre kapatılır. Bir müddet sonra yeniden çıkmaya başladığı zaman eski imzaların mecmuadan ayrıldığı görülür.
Servet-i Fünûn edebiyatı sadece Servet-i Fünûn mecmuası etrafında toplanan kalemlerin verdiği eserlerden ibaret değildir. Aynı anlayışla fakat başka yayın organlarında eser veren bazı sanatkârlar da vardır.
Servet-i Fünûn devri nesli kendilerinden önceki nesillerden daha mükemmel bir edebiyat meydana getirmişlerdir. Bu nesil kendilerinden önceki nesillerden farklı imkân ve özelliklere sahip olmuşlardır.Ortalama olarak 1865-1875 yılları rasında doğmuş olan bu nesil bazı Batılı tarzda eğitim veren müesseselerinde okudular, yabancı dili okullarda öğrendiler ve yine okullarda batı edebiyatı ile karşılaştılar.
Bu nesil mecmuacılığın geliştiği bir devrede yetişmiştir. Bu yolla edebiyatı daha yakından takip edebildiler.
Ara Nesil’de yapılan tercümeler ve çeşitli edebiyat örnekleri ile karşılaştılar. Öğrendikleri yabancı dille realistler ve sembolistler başta olmak üzere bilhassa Fransız edebiyatını yakından tanıdılar.
Servet-i Fünûn edebiyatının başlıca özellikleri:
1- Klâsik edebiyat geleneği tamamiyle yıkıldı.
2- Çağdaş Fransız edebiyatı örnek alındı.
3- Toplumla ilgili hiçbir mesele ele alınmadı. Hayalî, sun’î, yerli hayatla hiç ilgisi olmayan bir edebiyat meydana geldi.
4- Tanzimat sonrası edebiyatında gösterilen çalışmalarla sadeleşme yoluna girmiş olan Türkçe yeniden Arapça ve Farsça kelimelerle doldu. Anlaşılması zor, yapma bir dil meydana geldi.
5- Şiirde aruz ölçüsü kullanıldı. Batı şiiri nazım şekillerinden sone, terza-rima, serbest müstezat gibi nazım şekilleri kullanıldı.
6- Şiir cümlesinin mısra ya da beyit sonunda bitmesi kuralı kaldırıldı. Nesir cümlesine yakın, mısralar arasında uzayıp giden cümlelerden meydana gelen şiirler yazıldı. Cümleler mısra ortasında da bitirilip başlatılabildi. Bu yolla nazım nesre yaklaştırıldı.
7- Yeni duyguları ifade edebilmek için yeni kelime ve terkipler arandı, bulundu ve kullanıldı. ifadeyi zenginleştirmek ve derinleştirmek için yeni imaj sistemleri arandı, bulundu, tercüme yolu ile dile kazandırıldı.
8- Hikâye ve romanda başarılı, teknik bakımdan sağlam eserler yazıldı.
9- Fransız realist ve natüralist yazarlarının etkisinde kalındı.
Servet–i Fünûn edebiyatının önde gelen isimleri şiirde Cenab Şahabeddin ve Tevfik Fikret, nesirde ise Halid Ziya, Mehmed Rauf, Hüseyin Cahid’tir. Cenab Şahabeddin nesirde de başarılıdır.

FECR-i ÂTÎ TOPLULUĞU

Türkiye’de 1908 Meşrutiyet inkılâbından sonra meydana gelen ilk edebî hareket Fecr-i Âti’dir. 1901 yılında Servet-i Fünûn mecmuasının kısa bir süre için kapatılması üzerine, bu mecmua etrafında toplanan ve Servet-i Fünûn edebiyatını meydana getiren şair ve yazarlar topluluğu dağılır. istanbul’daki edebiyat faaliyeti bir sessizlik devresi içine girer. Bu 1908 yılına kadar sürer. Bu yıl devrin genç sanatçıları Edebiyat-ı Cedîde’ye karşı olarak yeni bir edebî topluluk meydana getirirler. Önceleri ayrı ayrı mecmualarda yayım hayatlarını sürdüren bu gençler ilk olarak 20 Mart 1909 tarihinde istanbul’da çıkan Hilâl gazetesinde ilk toplantılarını yaparlar. Bu bir araya gelişte, topluluğun adı Fecr-i Âtî Encümeni olarak benimsenir. “Geleceğin aydınlığı” manasına gelen bu isimle bir mecmua çıkarılması da kararlaştırılır. Ancak bu derginin yayımı gerçekleşmez ve bu gençler edebî faaliyetlerini Servet-i Fünûn mecmuası etrafında sürdürürler. Daha sonra Fecr-i Âtî topluluğu yavaş yavaş genişler ve 24 Şubat 1910 tarih ve 977 sayılı Servet-i Fünûn mecmuasında yayımladıkları bir beyanname ile kendilerini kamuoyuna resmen tanıtırlar. Böyle bir beyannamenin neşri Türk edebiyatında ilk defa olmaktadır. Beyannamede şu görüşlere yer verilir:
1- Edebiyat şahsî ve muhteremdir.
2- Edebiyatın önemi ve ciddiyeti halka anlatılmalıdır. Ülkenin sanata ve ilmî çalışmalara ihtiyacı vardır.
3- Sanat ve edebiyat boş vakitlerin verdiği sıkıntıyı gidermek için bir vasıta değildir. O, duyguların eğitimine yardım ederek milletin gelişmesini sağlar.
4-Edebiyat-ı Cedîde’nin, Namık Kemal’den itibaren savunduğu edebiyat anlayışı, halka mal edilmemiştir.
5- Edebiyat-ı Cedîdeciler Meşrutiyetten sonra sanat ve edebiyatla ilgilenmemişlerdir.
6- Fecr-i Âtî topluluğu dilin ve edebiyatın gelişmesine hizmet etmek üzere kurulmuştur.
7- Topluluk, batılı ülkelerin edebiyatlarını Doğu’ya, Doğu’nun edebiyatını da Batı’ya tanıtacaktır.
Bu beyannamenin altında şu imzalar yer aldı: Ahmed Samim, Ahmed Haşim, Emin Bülend, Emin Lâmi, Tahsin Nahid, Celâl Sahir, Cemil Süleyman, Hamdullah Subhi, Refik Halid, Şahabeddin Süleyman, Abdülhak Hayri, izzet Melih, Yakub Kadri, Köprülüzâde M.Fuad.
Beyannamedeki görüşler birtakım tartışmalara yol açtı. Servet-i Fünûn ve Resimli Kitap gibi dergilerde Fecr-i Âtî’nin sanat anlayışını anlatan yazılar yazıldı. Karşıtları, Fecr-i Âtîcileri yenilik getirmemekle, Servet-i Fünûn edebiyatını tekrar etmekle suçladılar. Bu tartışmalar sonucunda bazı üyeler topluluktan ayrıldı. Fecr-i Âtî topluluğunu meydana getirenlerin birçoğu daha sonra millî edebiyatı kuran ve geliştiren sanatçılar oldu ve böylece bu topluluk Edebiyat-ı Cedîde’den millî edebiyata geçişte bir köprü vazifesi görmüş oldu.

MiLLÎ EDEBiYAT (1911-1923)

Türk edebiyatında, Türk milletinin millî değerleri ve meseleleri ön plânda tutulan, sade dile önem verilen ve şiirde, millî veznimiz olan hecenin şuurlu olarak kullanıldığı edebiyat akımının adıdır.
Tanzimat’tan sonra, imparatorluğun düştüğü kötü durumdan kurtulması ve yeniden eski gücüne kavuşabilmesi için birtakım siyasî görüşler ileri sürülmüştür. Bu görüşlerin en önemlileri; a) Medeniyetçilik, b) Osmanlıcılık ve c) islâm birliği (ittihâd-ı islâm) fikirleri idi.
Fikir hayatına hâkim bu üç siyasî görüş 1908’de yani II. Meşrutiyet’e kadar devam etti. II. Meşrutiyet’ten sonra bu görüşlerin yanına bir de Türkçülüğü esas alan milliyetçilik fikri eklendi.
Türkçülük akımı bilhassa Tanzimat sonrası edebiyatçılarının Ali Suavi, Ahmed Vefik Paşa, Süleyman Paşa ve Şemseddin Sami’nin çalışmaları ile ilmî plânda gelişmişti. Bursalı Mehmed Tahir Bey’in, Veled Çelebi ve Necib Asım’ın yayımlarıyla bu faaliyet geniş bir sahaya yayıldı. Mehmed Emin Yurdakul’un Türkçe Şiirler kitabı ve diğer şiirleri ile, Türkçecilik akımı edebiyat sahasına geçti. II. Meşrutiyet’ten hemen sonra Türk Derneği (1908), Türk Yurdu (1911), Türk Ocağı (1912) derneklerinin kurulması ve faaliyetlerde bulunması Türkçülük esasına bağlı milliyetçilik akımını bir yandan fikir, diğer yandan edebiyat sahasında geliştirdi. Bu devrede Türkçülük ve milliyetçilik ilmî ve edebî bir akım olma yanında, siyasî bir fikir olarak da gelişti.
1908’de sonra islamiyetten önceki Türk dili ve edebiyatı, Türk tarihi, Türk kültür ve medeniyeti araştırmaya, incelenmeye başlandı. Türklerin tarih boyunca meydana getirdikleri değerlerin, sistemli bir şekilde ortaya konulması için çalışıldı. Devrin hükümeti de bu faaliyetleri destekledi.
Fikrî sahada yapılan bu çalışmalara paralel olarak edebiyat sahasında da Millî sanat esasına bağlı kalınarak eserler verilmeye başlandı. Mehmed Emin’den sonra Emin Bülend, Ahmed Hikmet ve Hamdullah Subhi gibi Fecr-i Âtî topluluğundan kopan sanatkârlar bu âdeta yeni bir iman hâline gelen akımın edebiyatını kurmaya çalıştılar.
Aynı tarihlerde Selânik’te bulunan bazı genç şair ve edipler, Türkçe’yi kat’î bir şekilde sadeleştirmek, Servet-i Fünûn topluluğunun, dili soktuğu çıkmazdan çıkarmak, konuşulan dil ile eser vermek için yola çıkıyorlarda. Önce Ömer Seyfeddin ve Ali Canib tarafından girişilen bu harekete bir müddet sonra Ziya Gökalp de katıldı. Gökalp’in 1911 yılında yayımladığı Turan şiiri Türkçülük ve milliyetçilik hareketinin adeta programı hâline geldi. Bu gençler 1911’de Selânik’te Genç Kalemler isimli bir mecmua çıkarmaya başladılar.
11 Nisan 1911 tarihinde Genç Kalemler mecmuasında neşrolunan Ömer Seyfeddin’in Yeni Lisan makalesi de dilde yapılmak istenen değişikliğin programı olarak görüldü. Bu makalede ileri sürülen fikir ve teklifler istanbul edebiyat çevrelerinde ve bütün yurtta kısa sürede benimsendi, gelişti, bu anlayışa göre eserler verilmeye başlandı. Bu mecmuada görülen millî edebiyat tabiri de herkes tarafından benimsendi.
Genç Kalemler dergisi etrafında toplanan gençlerin dil ve edebiyat sahasındaki görüşleri şöyle özetlenebilir:
1- Millî edebiyat için her şeyden önce millî bir dil gereklidir. istanbul Türkçesi, yazı ve konuşma dilimiz için en tabiî ve en güzel dildir. Yazı ve konuşma dili istanbul Türkçesine göre olmalıdır.
2- Bir dilin yazı dili ve konuşma dili diye iki ayrı şekli olamaz. Yazı dili ile konuşma dili birleştirilecektir ve konuşma dili esas alınacaktır. Bu yapıldığı takdirde yeni bir edebiyat doğacaktır.
3- Türk yazı diline girmiş yabancı gramer kaideleri atılacak, sadece Türkçe gramer kaidelerine yer verilecektir.
4- Dilimize girmiş Arapça, Farsça tamlamalar terk edilecektir.
5- Dilimize girmiş ve ses olarak da Türkçeleşmiş olan yabancı asıllı kelimeler, yabancı olma özelliklerini kaybettikleri için Türkçe kabul edileceklerdir.
6- Türkçeleşmiş edatlar dışındaki bütün yabancı edatlar terk edilecektir.
Bu fikirler daha önce Namık Kemal, Menemenlizâde Mehmed Tahir, Nabizâde Nazım, Şemseddin Sami gibi şahsiyetler tarafından söylenmişti. Ancak bunları söyleyenlerin bizzat kendileri Türkçeyi söyledikleri gibi kullanamamışlardı. Genç Kalemler etrafında toplanan gençlerin en önemli başarıları, söylediklerini yazılarında bizzat uygulamaları oldu.
Millî edebiyat taraftarları önce vezin meseleleri üzerinde durdular. Şiirde hece veznini ve Türk halk edebiyatı nazım şekillerini kullanmaya başladılar. Millî nazım şekilleri ile Türk halkının sorunlarının dile getirilmesini istediler.
Genç Kalemler dergisinde fikrî yazılar dışında, bu fikirler parelelinde Ömer Seyfeddin’in hikâyeleri, Ziya Gökalp, Ali Canib ve Aka Gündüz’ün şiirleri çıktı.
1912 Balkan felâketi Millî edebiyat cereyanının ne kadar sağlam bir görüşe bağlı olduğunu gösterdi.
Millî edebiyat özellikle 1914’ten sonra ve bütün I. Dünya Harbi yıllarında gelişerek devam etti. Türk Yurdu, Halka Doğru ve 1917’den sonra Yeni Mecmua’da gelişti. ilmî sahada da yine Türk Yurdu’nda Tarih-i Osmanî Encümeni mecmuası’nda (1912), Millî Tetebbular mecmuasında (1915), çeşitli araştırmalar yayımlandı.
Millî duygu ve düşünceye bağlı edebiyatı savaşın getirdiği felâketler de besledi. Bütün savaş boyunca ve arkasından gelen istiklâl Harbi müddetince şiirde hece vezni, halk şiiri nazım şekilleri ve sade bir dille eser verenlerin sayısı arttı. Roman ve hikâye dalında millî konuları yine sade bir ifade içinde anlatan eserler yazıldı. 1923’e gelindiği zaman artık dil en mükemmel şeklini almış, konuşma dili ile yazı dili arasında, herhangi önemli bir fark kalmamış, Türkçe ile bütün Türk milletinin rahatlıkla anlayabileceği bir edebiyat meydana gelmişti.
Bir bütün hâlinde bakıldığında Millî edebiyat dil, şekil, üslûp ve muhteva açısından taşıdığı yeniliklerle dikkat çeker. Millî edebiyat dairesinde şiir, hikâye, roman, oyun, edebî tenkit dalında çeşitli eserler verilmiş, dil, edebiyat, tarih, sanat tarihi, folklor vb. sahalarda da pek çok araştırmalar yapılmış ve neşrolunmuştur.
Millî edebiyat akımının önde gelen temsilcileri şunlardır;
Şiir: Mehmed Emin Yurdakul, Ziya Gökalp, Ömer Seyfeddin, Ali Cânib, ibrahim Alaattin Gövsa, Halit Fahri Ozansoy, Yusuf Ziya Ortaç, Enis Behiç Koryürek, Orhan Seyfi Orhon, Faruk Nafız Çamlıbel, Şükufe Nihal, Halide Nusret Zorlutuna, Emin Bülend vb.
Hikâye Roman: Ömer Seyfeddin, Yakup Kadri, Halide Edip, Ahmet Hikmet, Müfide Ferid, Refik Halid.
Oyun: Orhan Seyfi, Halid Fahri, Aka Gündüz.
Edebiyat tarihi-tenkit: Fuad Köprülü, Ali Cânib, ibrahim Alaattin.Bu şahsiyetlerin bir çoğu Cumhuriyet döneminde de eser vermişlerdir.
OTTOMANTURKISH LITERATURE/ Necat BiRiNCi
Abstract
After a while of using the Turkish language as written language in Anatolia, a new form of literary language emerged.
Alongside Arabic and Persian language, Turkish took the role of a third language. In the East, Çağatay Turkish, also called Hakaniye Turkish, together with Ottoman Turkish, have formed in the Islamic culture a new and great literary language.
In this article, literature, born together with Ottoman Turkish and written until the republic period, has been outlined.
Ottoman Turkish Literature, in parallel to Arabic and Persian literature has outcomes as gazel, kaside, mesnevî, rubaî etc. until Tanzimat. With Tanzimat reform western literary forms have influenced literature, and classic works have been left.
In the period after Tanzimat “Edebiyat-ı Cedide”, “Servet-i Fünûn” periods, “Fecr-i Âti”community and “National Literature” movement are examined in outlines.
Key Words: Literary language, Islamic culture, gazel, kaside, mesnevî, rubaî, Ottoman Turkish Literature, Tanzimat, “Edebiyat-ı Cedide”, “Servet-i Fünûn”, “Fecr-i Âti”, “National Literature”.

Sayfa başına dön  Mesaj [1 sayfadaki 1 sayfası]

Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz