Klâsik Şiirimizde Nazım ŞekilleriKlâsik Türk şiirinde geleneğin belirlediği nazım şekilleri vardır. Bunlar, başlangıcından itibaren hiçbir değişikliğe uğramadan yüzyıllar boyu aynı yapı içinde kullanılagelmiştir. Bu nazım şekilleri, nazım birimi beyit olanlar, kıt’a olanlar ve bend olanlar olmak üzere üç grupta toplanabilir.
Nazım birimi beyit olanlar:
Kaside Beyit esasına göre yazılan, en az otuz bir, en çok doksan dokuz beyitten meydana gelen, kafiyelenişi gazel gibi, birinci beyit kendi arasında, diğer beyitlerin birinci mısraları serbest, ikinci mısraları birinci beyitle kafiyeli (aa-ba-ca-da-ea-...) nazım şeklidir.Ancak beyit sayısını sınırlamak zordur. Yüz beyti aşan kaside örnekleri de vardır.
Kasidelerin ilk beytine matla, son beytine makta, en güzel beytine beytü’l-kasîd, şairin adını veya mahlasını zikrettiği beyte de taç beyit adı verilir.
Kaside altı bölümden meydana gelir.Bunlar sırası ve özellikleriyle şöyledir:
1. Nesîb veya teşbib bölümü: Kasidenin ilk bölümüdür. Umumiyetle kasidelerin en uzun ve sanatlı bölümüdür. Şair bu bölümde mevsimleri, bayram günlerini, felsefî bir konuyu ve daha başka çeşitli konuları işleyebilir. Kasidelere ismini veren kısım bu bölümdür.
2. Girizgâh bölümü: Şairin, methini yapacağı, övgüye değer niteliklerini sıralayacağı kişiden bahsedebilmek için bir münasebet düşürdüğü, bunu en iyi şekilde yapabilmek üzere uygun bir durum belirlediği tek beyit veya iki beytin adı. Bu bölüme giriz de denir. Bu beyit veya beyitlerin ustaca yazılmış olması, nükteli bir söyleyişi ihtiva etmesi gerekir. Bu bölüm nesib bölümü ile methiye bölümünü birleştiren bağ vazifesini görür.
3. Methiye bölümü: Bu bölümde kasidenin muhatabı övülür.
4. Tegazzül: Gazel tarzında şiir yazma demektir. Şair genellikle methiye bölümünden sonra, bir fırsatını düşürüp aynı vezin ve kafiyede bir gazel söyler. Bunu söylemeden gazele geçeceğini bildirir.
5. Fahriye bölümü: Şairin, kendi kendisini övdüğü, sanatının diğer bütün şairlerden üstün olduğunu söylediği bölümdür.
6. Dua bölümü: Kasidelerin son bölümüdür.bu bölümde, şair Allah’tan, övdüğü kimse için ikbal ve saadet, uzun ömür ve başarı diler, kendisi de, kasidesini başarı ile bitirmesine imân verdiği içinAllah’a karşı şükran duygularını dile getirir.
Kasideler, konularına göre, Allah’ın birliğini işliyorlarsa veya ona yalvarış ve yakarış şeklinde iseler tevhid veya münâcât, Hz. Muhammed’e karşı duyulan sevgiyi dile getiriyorlarsa, naat, Miraç hadisesini anlatıyorsa Miraciye ölen birisi için yazılmışlarsa mersiye, övgü için yazılmışlarsa methiye, birini yermek için yazılmışsa hicviye isimlerini alırlar.
Bundan ayrı olarak kasideler çoğunlukla nesib bölümlerinde ele alınan konulara göre isim alırlar. Buna göre, Padişahın tahta çıkışı için yazılanlara cülûsiyye, düğün törenlerini anlatanlara sûriyye, ramazan ayının gelişini kutlamak ve ramazanın faziletlerinden bahsetmek için yazılanlara ramazaniyye, bayramı konu alanlara bayramiyye veya iydiyye, muharrem ayını anlatanlara muharremiyye, yeni yılı kutlayanlara sâliyye, bahar mevsimini tasvir edenlere bahariye veya rebîiyye, kış mevsimi için yazılanlara şitâiyye, yaz eğlencelerini anlatanlara sayfiye veya temmuziyye, yeni yapılan bir bina için yazılmış olanlara dâriyye, hamam tasviri için yazılanlara hamamiyye, at tasvirleri ihtiva edenlere rahşiyye, nevruz dolayısıyla yazılanara nevruziyye, bir ülkenin veya kalenin fethi dolayısıyla o yerin fatihine sunulanlara fethiyye, barış üzerine yazılanlara sulhiyye, gittiği yerden veya seferden dönen padişah veya kumandanlara takdim edilenlere kudûmiyye denir.
Bazı kasideler ise rediflerine göre gül, sünbül, lâle, menevşe, su, tig, kalem kasidesi gibi adlar alırlar.
Arap edebiyatında cahiliye devrinde yazılmış kasidelerde, önce konakladığı yerden göç etmiş sevgili tasvir edilir.Daha sonra, şairin sevgilisini takiben çöllerde tabiatın zorluklarına ve vahşi hayvanlara karşı verdiği mücadeleler anlatılır. En sonra ise kasidenin asıl hedefi olan medih (övgü) kısmına geçilir ve şiir bu bölümle sona erer.
islâmiyetin zuhurundan sonra kasidelerin tertibi büyük ölçüde aynı kalırsa da muhtevası değişir. Kasidecilik geleneği Emevî, Abbasî, Gaznelî, Samanî saraylarında, Müslüman iran’da Selçuklu ve Osmanlı saraylarında ve kültür merkezlerinde devam eder.
Araplarda başlayan kaside nazım şeklinin en başarılı örneklerini iranlı şairler verdi. Ferruhî, Ascedî, Hakanî ve Enverî kaside şairlerinin başında gelir. Türk klâsik edebiyatında Ahmed Paşa, Necatî, Bakî, Nef’î ve Nedîm önemli kaside şairlerimiz arasında yer alır. Bilhassa Nef’i bu nazım şeklinde yazdığı şiirleriyle ün yapmıştır.
GazelKlâsik Türk edebiyatının en önemli ve çok sevilip kullanılan bir nazım şeklidir. Beyit esasına göre yazılır. Bu nazım şekli ile çoğunlukla aşk, sevginin güzelliği, sevgilinin âşığa çektirdiği cefa, ilgisizliğinden şikâyet, kıskanma, ayrılığın verdiği ıstırap ve vuslat arzusu, sevgiliye karşı yakarışlar, içki sohbetlerindeki hâllerin ifadesi yanında bazen de tasavvufî konular, hayat, dünya ve âhiret hakkındaki düşünceler işlenir. En az beş, en çok on beş beyitten meydana gelirler.En çok kullanılan şekli beş ile yedi beyit arasında olanlarıdır. Üç beyit olanına da rastlanır.Kafiyeleniş şekli, ilk beyitin mısraları kendi aralarında kafiyeli, diğer beyitlerin birinci mısraları serbest, ikinci mısraları birinci beyitle kafiyelidir (aa-ba-ca-da-ea-...). Gazelin ilk beytine matla’ (doğuş yeri, başlangıç), son beytine de makta’ (bitiş, son) denir. ikinci beyte hüsn-i matla’, son beyitten bir önceki beyte de hüsn-i makta’ denir. Bu beyitlerin genellikle matla’ ve makta’ beyitlerinden güzel olmasına dikkat edilir. Gazelin ilk beytinin ikinci mısraı son mısra olarak tekrar edilirse buna redd-i matla’ denir. Matla’ın dışındaki bir mısra tekrarlanırsa buna redd-i mısra’ adı verilir.Şair, son, bazen de sondan bir önceki beyitte adını veya mahlasını zikreder. Bu zikrin yapıldığı beyte mahlas beyiti veya mahlashâne denir.Mahlasın bazen son iki beyitten daha önceki beyitlerde zikredildiği de olur. Bu durumda şair kendi adını zikrettiği beyitlerden sonra zamanın padişahını veya kimi tarikat ulularını över. Bu tip gazellere gazel-i müzeyyel (ekli gazel) denir.
Gazelin en güzel beytine beytü’l-gazel veya şah beyit adı verilir. Şair gazelinin her beytini en mükemmel şekilde yazmaya çalışır. Böyle, her beyti aynı güzellikte olan gazellere yek-âvâz gazel denilir. Gazellerin her beytinde aynı temanın işlenmesi gerekmez.Ancak bazı gazeller baştan sona bir temayı ele alır ve işler.Bu tip gazellere de yek-âhenk gazel denir.
Bazı gazeller mısra sonlarındaki kafiyelerden başka, bir de mısranın ortasında bir için kafiye meydana getirilerek yazılır. Beyitler bu kafiyelerden ayrılıp alt alta dörtlükler hâlinde yazılacak olursa (abab-cccb-dddb-...) şeklinde kafiyeli kıt’alar meydana gelir.Bu tip gazellere musammat gazel denir.
Gazel kelimesi Arapça olduğu hâlde, Araplar, gazeli nazım şekli olarak ancak islâmiyetten önce, kasidelerin nesib kısımlarında ve bir de kasidenin methiye ve fahriye bölümlerinden sonra kullandılar. Gazel, müstakil bir nazım şekli olarak X. yüzyılda iran edebiyatında doğdu. XIII. yüzyılda da Türk şairlerince benimsendi. Bu nazım şekli, biçim, kuruluş ve iç yapı bakımından iran edebiyatı örnekleri ile aynıdır.
XIII. yüzyılda Türk edebiyatının Anadolu sahasında rastlanan gazeller pek başarılı örnekler değildir. Tasavvuf konusunu işleyen bu ilk örneklerden sonra XIV. yüzyılda, diğer Türk sahaları ile birlikte Anadolu’da da başarılı gazeller yazılır. Fakat konu yine genellikle tasavvuf sahasında kalır. XV. yüzyılda gazel Çağatay sahasında Ali Şir Nevâî, Azerî sahasında Habîbî, Anadolu sahasında da Ahmed Paşa, Melihî ve bilhassa Necatî ile hızlı bir gelişme gösterir. Bu şairlerle gazel maddî ve manevî güzelliklerin, dünyevî zevk ve eğlencelerin, aşk, kadın ve şarap konularının ifade edildiği nazım şekli hüviyetini alır. XVI. yüzyıldan itibaren, her asrın büyük şairlerince mükemmel örnekleri verilen gazel nazım şeklinin son üstadı Yahya Kemal’dir.
MesnevîKlâsik Türk edebiyatı nazım şekillerinden biri de mesnevîdir. Edebiyatımıza iran’dan geçmiştri. Her beyitin mısraları kendi aralarında kafiyelidir (aa-bb-cc-dd-...). Gazel ve kaside gibi tek bir kafiyeye bağlı olmadığı ve beyit sayısında sınır bulunmadığı için daha ziyade uzun konuların ve hikâyelerin nazmedilmesinde kullanılır. Eserde, ağır ve yorucu olmasın diye genellikle aruzun kısa kalıpları kullanılır.Mesnevî nazım şekli ile yazılmış eserler konularına göre şöyle sınıflandırılabilirler: 1- Destanlar, savaş ve kahramanlık konularını işleyen mesneviler; iskendernâme (Ahmedî) 2- Aşk hikâyelerini konu alan mesnevîler: Leylâ ve Mecnun, Vamık u Azrâ, Hüsrev ü Şirin. 3- Dinî ve tasavvufî mesnevîler: Mevlid (Süleyman Çelebi), Hilye-i Hakanî (Hakanî), Hüsn ü Aşk (Şeyh Galib). 4- Ahlâkî-didaktik mesnevîler; Hayriyye (Nâbî). 5- Şehirleri ve o şehrin güzellerini anlatan mesnevîler; Şehrengiz-i Bursa (Lâmiî), Hûbannâme (Enderunlu Fazıl). 6- Eğlence ve düğünleri anlatan eserler; Surnâme (Vehbî). 7- Mizahî mesnevîler; Harnâme (Şeyhî).
MüstezatUzun ve kısa mısraların ard arda gelmesiyle meydana gelen, gazelin özel bir şekli olarak da kabul edilen nazım şeklidir. Uzun mısralar daima mef’ûlü/mefâ’îlü/mefâ’îlü/fe’ûlün kalıbıyla, kısa mısralar da bu kalıbın birinci ve sonuncu cüz’ünün birleşmesiyle meydana gelen mef’ûlü/fe’ûlün kalıbıyla yazılır. Kısa mısralara ziyade denir. Ziyadeler, üstlerindeki asıl mısranın manasına bağlıdırlar ve bunu mana bakımından tamamlar niteliktedirler. Ayrıca bu mısra ahenk monotonluğunu da giderir.
Ziyadeler mısra olarak kabul edilmediklerinden müstezatlarda iki uzun iki kısa olmak üzere dört mısra bir beyit sayılır.
Müstezatların kafiye örgüsünden uzun mısralar gazel gibidir. Kısa mısralar ise ya kendi aralarında ya da uzun mısralarla kafiyelidirler. Kısa mısralar ( ) işari içine alınmıştır.
a(a)a(a)-b(b)a(a)-c(c)a(a)...
a(b)a(b)-c(c)a(b)-d(d)a(b)...
Müstezatların, bu iki tip kafiyelenişten daha serbest olarak a(b)a(b)-a(b)a(b)x(x)a(b)-x(x)a(b) şeklinde kafiyelenmiş oldukları da görülür. Uzun mısralar mefâ’îlün/mefâ’îlün/mefâ’îlün/mefâ’îlün kalıbı ile, kısa mısralar ise sadece mefâ’îlün/mefâ’îlün cüzleri ile yazılan müstezatlar vardır ki bunlara müstezât-ı südâsiye denir.Bunlara südâsiye denmesinin sebebi uzun ve kısa mısraların altı mefâ’îlün cüzünden meydana gelmiş olmasındandır. iki ziyadeli müstezatlar da vardır. Müstezat divan şairlerinin XVIII. yüzyıldan sonra fazla rağbet ettikleri bir nazım şeklidir.
Tek Dörtlükler:
RubaîDört mısralık nazım şeklidir. Kafiyelenişi çoğunlukla aa ba şeklindedir. Ancak dört mısraı da birbiri ile kafiyeli olan rubaîler de vardır (aaaa) Bunlara rubaî-i musarra denir. Şairler rubaîlerde mahlas kullanmazlar.
Rubaîlerin hususî aruz kalıpları vardır.Bunlar ahrem ve ahreb olmak üzere ikiye ayrılırlar. Türk edebiyatında yalnız ahrem vezinleri, bunların da ahenklileri kullanılmıştır.
Şair rubaînin mısralarında aynı kümede olmak üzere, değişik kalıplar kullanabilir. Değişik kalıp kullanılan mısra umumiyetle üçüncü mısradır.
Rubaîlerde şairler genel olarak hikmet taşıyan düşüncelerini, dünya görüşlerini rindâne tavırlarını, maddî ve manevî aşk anlayışlarını dile getirirler.
Rubaî, iran edebiyatında doğmuş, oradan Türk ve Arap edebiyatlarına geçmiştir. Bu nazım şekline terâne, dü-beyt, cehâr mısrâ dendiği de olur.Bu türün en büyük şairi Ömer Hayyam’dır. Türk edebiyatında ise Azmizâde Haletî (XVII. yüzyıl) rubaî yazmayı meslek hâline getirmiştir.
Rubaîlerde tek bir düşüncenin en kısa yoldan, en yoğun bir şekilde anlatılması gerekir Bu bakımdan mısralar arasında tam bir mana uyumu vardır. Rubaînin en kuvvetli mısraı üçüncü mısradır.
TuyuğBir dörtlükten meydana gelen bir nazım şeklidir. Rubaîye benzer. Kafiyeleniş şekli de onun gibi aaxa şeklindedir.Bunlara musarra tuyuğ denir.Aruz vezninin yalnız fâ’ilâtün/fâ’ilâtün/fâ’ilün kalıbı ile yazılır.
Tuyuğ sadece Türklerin kullandığı bir nazım şeklidir. Halk edebiyatındaki mâninin rubaî karşılığı olarak klâsik şiire geçmesinden meydana geldiği söylenebilir. Mânide olduğu gibi tuyuğlarda da genellikle cinaslı kafiye kullanılır.
Şairler, bu nazım şekli ile rubaîlerde olduğu gibi dünya görüşlerini, dinî tasavvufî düşüncelerini dile getirmişlerdir.
Edebiyatımızda Kadı Burhâneddin tuyuğ şairi olarak isim yapmıştır. Seyyid Nesîmî ise musarra tuyuğları ile tanınır.
Nazım Birimi Dörtlük Olanlar:
ŞarkıMurabbadan çıkmış, dörtlü bendlerden oluşan nazım şeklidir. Halk edebiyatındaki türkü türünün klâsik şiirdeki aksi gibidir. En az 3, en çok 5 bend olurlar. Kafiyeleniş şekilleri arasında bazı farklılıklar görülür. aaaa-bbba-ccca şeklinde kafiyelendiği gibi abab-baba-ccca-ddda-...; aaxa-bbba-ccca-ddda-...; şeklinde kafiyelenmiş örnekleri de vardır.
Şarkılar bestelenmek üzere yazıldıklarından mûsikî usullerine kolaylıkla uyabilecek kalıplarla ve özellikle mef’ûlü/mefâ’îlü/mefâ’îlü/fe’ûlün kalıbıyla yazılırlar.
Şarkılarda her bendin üçüncü mısraına miyan ya da miyan-hâne denir. Söz ve bestenin en etkili yeri bu mısraa denk getirilir.
Edebiyatımızın en güzel şarkı örneklerini Nedîm yazmıştır.
Nazım birimi bend olanlar:
Bunları musammat şekiller başlığı altında toplamak mümkündür.
MusammatMusammat, en az 4, en çok 10 mısralı bendlerden kurulan nazım şekillerinin genel adıdır. Başlıca çeşitleri şunlardır:
a) Murabba (dörtlü), b) Muhammes (beşli), c) Müseddes (altılı), d) Müsebba (yedili), e) Müsemmen (sekizli), f) Müaşşer (onlu), g) Terkib-i bend, terci-i bend. Musammatların her birinin iki çeşidi vardır: a) Müzdevic (birleşen) musammat: Her bendin son mısraları, ya da son beyitleri birbiriyle kafiyeli olan musammat biçimidir. b) Mütekerrir (tekrarlanan) musammat: Her bendin son mısraı, ya da son beyiti hiç değişmeyerek tekrarlanan musammatlardır.
Klâsik Türk edebiyatında en çok kullanılan musammat çeşitleri murabba, muhammes, terkib-i ve terci-i bend’dir.
MurabbaDörder mısralık beyitlerle kurulan nazım şeklidir. En az 3, en çok 7 bend olur. Murabbalarda ilk bend kendi arasında kafiyeli, diğer bendlerin ilk üç mısraı kendi arasında, son mısraı ise birinci bend ile kafiyelidir. aaaa-bbba-ccca-..... Bu tip kafiyeli murabbalara müzdeviç murabba denir. Bütün şiir boyunca bendlerin dördüncü mısralarının aynen tekrar edildiği murabbalar da vardır. Bunlara ise mütekerrir murabba adı verilir. Kafiye düzenleri: aaan-bbbn-cccn... şeklindedir.
Bu nazım şekli her konu için kullanılabilir.
MuhammesBeşer mısralık bendlerle kurulan nazım şeklidir. En az 4, en çok 7 bend olurlar.
iki çeşidi vardır.Birinci bendin mısraları kendi aralarında, diğer bendlerin ilk dört mısraı, hepsi ayrı ayrı kendi içinde, beşinci mısraları da birinci bend ile kafiyeli olan muhammeslere müzdevic muhammes denir (aaaaa-bbbba-cccca-...). ilk bendin dört ve beşinci ya da yalnız beşinci mısraının öteki bendlerin sonunda tekrarlanması ile yapılan muhammeslere de mütekerrir muhammes adı verilir. (aaaan-bbban-cccan-dddan-...) aaaan-bbban-cccan-...dddan-...)
Bu nazım şekli her konu için kullanılır.
Terkib-i BendAynı vezinde düzenlenen 5 ilâ 10 veya ziyade bendden meydana gelmiş klasik Türk edebiyatı nazım şeklidir.Her bend en az 5, en çok 10 beyitten meydana gelir. Bunlarda her bend hâne ve vasıta olmak üzere iki kısımdan oluşur.Bendin son beytine vasıta veya bendiye, ondan evvelki beyitlerin hepsine birden terkibhâne denir. Kafiye düzeni şöyledir.Hanelerde ya bütün mısralar birbiriyle kafiyeli, yani musarra olur: Bu tip terkib-i bendler bir nevi müzdevic musammat’tır. Yahut gazelde olduğu gibi baştaki beytin mısraları birbiriyle kafiyeli, diğer beyitlerinm ilk mısraları serbest ikinci mısraları ilk beyit ile kafiyelidir. Vasıta beyti mutlaka her bendin sonunda değişir ve kendi mısraları arasında ayrıca kafiyelidir.
1. şekil: aa xa xa xa xa xa bb - cc-xc xc xc xc xc dd
2. şekil: aa aa aa aa aa bb - cc cc cc cc cc dd- ...
Terkib-i bend nazım şekli ile dinî, tasavvufî, felsefî ve toplumla ilgili düşünceler, zamanın kötülüğünden yakınmalar, talihten ve hayattan şikâyetler dile getirilir. Mersiyeler genellikle bu nazım şekli ile yazılır.
Terci-i BendTerkib-i bend gibi 5 ilâ 10 beyitlik bendlerden kurulan, klâsik Türk edebiyatı nazım şeklidir. Terci-i bendde her bend terci’hâne ve vasıta olmak üzere ikiye ayrılır. Her bendin sonunda aynen tekrarlanan beyte vasıta, vasıtaların üstündeki beyitlerin hepsine birden terci’nâme denir. Terci-i bendlerin kafiye düzeni şöyledir:
1. şekil: aa aa aa aa aa bn-cc cc cc cc cc bn-..... (Bu şekil bir çeşit mütekerrir musammattır).
2. şekil: aa xa xa xa xa xa bn - cc xc xc xc xc bn-...
Terci-i bendin kafiyeleniş şekli terkib-i bendde olduğu gibidir. Aralarındaki fark vâsıta beytinin terci-i bendlerde aynen tekrarlanmasıdır.
Terci-i bendlerde çoğunlukla Allah’ın varlığı ve kudreti, kâinatın sonsuzluğu, insanın bu kudret ve sonsuzluk karşısındaki durumu ve hayattaki zıtlıklar gibi konular işlenir.
MısraKlâsik Türk şiirinde tek başına bir mısra da nazım birimi, hatta başlı başına bir nazım şeklidir.Mısra, en küçük nazım parçasıdır. Ancak bir şiirin parçası durumunda olmayıp tek başına yazıldığı durumlarda en küçük nazım şekli olarak kabul edilir. Bu şekilde kaleme alınmış, başlı başına bir mana ifade eden mısralara mısra-ı âzâde (bağımsız mısra) denir.
ister bir şiirin parçası olsun, ister olmasın, mana bakımından ustaca söylenmiş mısralara mısra-ı berceste denir. Mısra-ı berceste olabilecek bir mısra söyleyebilmenin önemini Koca Ragıb Paşa’nın:
Eğer maksûd eserse mısrâ-ı berceste kâfîdir
mısraı belirtir. Buradan, klâsik Türk edebiyatında asıl verilmek istenen eserin mısra-ı berceste olduğu manası çıkarılabilir.
Mısralar, mürettep divanlarda müfredat bölümünde yer alırlar.
VezinKlâsik Türk şiiri Arap ve Fars edebiyatlarında olduğu gibi aruz vezni üzerine kurulmuştur. Osmanlı dönemi şiirinin son zamanlarındaki bazı denemeler dışında aruz, bu şiirin tek veznidir. Aruz vezni Araplara ait bir ölçü olduğu hâlde Türkler bunu iranlılardan almıştır. O dönem şiiri bütün varlığını, gücünü, başarısını bu vezinle göstermiştir. Şiir dili olarak Türkçe gelişmesini bu vezinle ortaya koymuştur. Denebilir ki, bünyesine aldığı Arapça ve Farsça kelimeleri de bu vezin yolu ile kabul etmiştir. Türkçe bu şiir ile olgun bir mûsikîye ulaşmış, mükemmel bir ahenk ortaya koymuştur.
Türk şairleri aruzun Arapların ve iranlıların kullandığı her vezni şiirlerine ölçü olarak almamışlar, kendi zevklerine göre bir seçme yapmışlardır. Bu bakımdan bir nevi Türk aruzu da oluşmuştur denilebilir.
Türk şiirinde aruz vezni ilk defa 1070 yılında yazılan Kutadgu Bilig’de görülür. Ancak son zamanlarda yapılan araştırmalarda aynı dönem eseri Dîvânü Lûgat-it Türk’teki nazım parçalarının bazılarının da aruzla yazılmış olduğu anlaşılmıştır.
ilk devrelerde şairler, aruz veznini Türkçenin bünyesine uygulamada zorlanmışlardır. Ancak özellikle XVI. yüzyıldan itibaren aruz ile Türkçe, bir uyum içinde mükemmel şiir örnekleri vermişlerdir.
XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Türk şiiri batı etkisi ile yeni bir safhaya girdi. Yüzyıllar boyu ihmal edilen hece veznine karşı ilgi arttı. Bu ilgi kısa zamanda aruzun aleyhine bir akım hâlini aldı. Osmanlı Devleti tarih sahnesinden çekildiği sırada hece, aruzun yerini büyük ölçüde almış ve şiirde hâkimiyetini kurmaya başlamıştı.
Sanat Anlayışı ve Estetik OlguKlâsik Türk şiirinin kendine özgü bir sanat anlayışı ve estetik ölçüleri vardır. Şairler duygu ve düşüncelerini, dünyayı kavrayış ve değerlendirişlerini bu ölçüler içinde ifadelendirirler. Bu ifadelendirme belirli ve sınırlı benzetme ve imajlar ve bu imajlar etrafında teşekkül etmiş mazmunlar çerçevesinde olur.Mazmun kadrosu her şaire göre ayrı ayrı değil, hemen her şair ve bütün zamanlar için aynıdır, değişmez. Klâsik Türk şiirinin esasını mazmunlar oluşturur. Mazmun kalıplaşmış söz olmaktan çok, ifadedeki düz anlamın arkasında yer alan gizli anlamı veren bir sistemin adıdır. Görülen anlamdan ayrı ikinci bir anlam boyutu vardır. Bu sistem bütün hâlinde yürür. Şairin ele alacağı bir unsuru tavsif eden bir kelime beraberinde bütün bir kadroyu getirir. Bu kadro önceden bellidir. Göz deyince, câdû, mest, katil, âhû; dudak deyince gonca, mim, nokta, cevher, hokka, yahut mey, sır; saç deyince misk amber, sümbül, zincir, kement, ejder, perişan kelimeleri şekle, renge anlama dayalı kelimeler olarak kendiliğinden ortaya gelir. Şair bu dar ve belli dünya içinde başarılı olmak durumundadır. Bu kadroda değişiklik yapamaz.
Klâsik şairler şiirlerinde sadece düz anlamı olan, okununca birden kavranan bir dünyayı vermezler. Onlar iç içe girmiş, birinden diğerine geçilen, iki, üç, hatta daha çok tabakadan oluşan bir anlam zenginliği ile şiirlerindeki dünyayı kurarlar.
Bunu da mazmunlarla sağlarlar. Mazmunların bu anlamlarından başka bir de birbirine bağlı, iç içe geçmiş, birbirini açan saklı anlamları vardır. Ancak her mazmun için bunu söyleyemeyiz. Bazen bu gizli dünya kendisini kolayca ele verir. Klâsik şiirde hüner bunlarla ölçülür. Mazunlardaki bu gizli anlamı çözebilmek onunla temasa gelebilmek için klâsik şiirimizin imaj sistemini iyi kavramış olmak gerekir. Bu sistemi bilmeyenler klâsik şiirimizin kendi içinde kapalı bir dünyayı dile getirdiğini, yaşanılan hayatla hiç ilgili olmadığını söylerler. Bu kanaat doğru değildir. Mazmun dünyasının tam bir kategorik araştırması yapılmamışsa da, bu dünyanın arkasında nasıl yoğun ve canlı bir hayatın var olduğunu son dönemde yapılan araştırmalar ortaya koymaktadır. Bu araştırmalar klâsik Türk şiirinde günlük hayat yoktur, bu edebiyat yaşanılan hayatın dışındadır, gibi peşin hükümlerin haksız olduğunu gösteriyor.
TAZMiNAT SONRASI TÜRK EDEBiYATIOsmanlı Devleti ilk defa XVII. yüzyılın ortalarından sonra Avrupa karşısında mağlûbiyetler görmeye başladı. II. Viyana kuşatmasından sonra yaşanan mağlûbiyetlerin ardı bir türlü alınamadı. XVIII. yüzyıldan itibaren Avrupa’nın üstünlüğü kabul edildi. Devleti, içine düştüğü durumdan kurtarabilmek için Avrupa’nın ulaştığı bilim ve teknik seviyenin ülkeye aktarılması amacıyla çalışmalar başlatıldı. Bunlar belli bir program içinde olmayan, köklü değişikliklerden uzak, günü kurtarma amacını taşıyan girişimler olarak kaldı. XIX. yüzyılın başında III. Selim ve II. Mahmud’un batılılaşma ve çağdaşlaşma yolunda yaptığı hamleler de kesin sonuç vermedi. Bütün bu gayretler çerçevesinde her şey Osmanlı Devleti’nin artık başa çıkamadığı batılı devletler karşısında varlığını koruyabilmek için yapmak mecburiyetinde kaldığı siyasî ve sosyal hareketlerdir. Bu çabalar nihayet 1839’da Tanzimat Fermanı’nın ilânı ile tam bir devlet programı hâlini aldı.
Bu süreçte batıyı daha yakından tanıyan, kültürünü şöyle veya böyle benimseyen bir nesil yetişti. Bu neslin içinde yer tutan edebiyatçılar, batı edebiyatını örnek alarak eskiden ayrı, yeni bir anlayışla yeni bir edebiyat meydana getirdiler. Bu edebiyat edebiyat tarihimiz içinde Tanzimat Sonrası Türk Edebiyatı olarak adlandırılır.
Bu isim altındaki edebiyat devresi 1860’tan 1895 yılına kadar sürer. Bu edebî devreye, meydana geldiği dönemde ve daha sonraki devrelerde Edebiyat-ı Cedîde (Yeni Edebiyat) dendi.
Bu edebî devre mensuplarının en önde gelen gayesi çökme tehlikesi ile karşı karşıya bulunan devleti kurtarmak, milleti aydınlatmak, ilim ve irfan yolunda yükseltmek, Batı medeniyetinin ulaştığı seviyeye getirmekti. Tanzimat sonrası sanatçıları bu gayelerine varmak için edebiyatı bir vasıta olarak kullandılar.
Tanzimat sonrası edebiyatını meydana getiren sanatkârların verdiği eserler halis edebiyat olarak kabul edilemez. Bu devre edebiyatı büyük ölçüde siyasî bir edebiyattır. Sosyal ve siyasî düşünceler edebî eserler vasıtasıyla halka anlatılarak yaygınlaştırılmak istenmiştir.
1839 yılından sonra ülkede bazı önemli kurumlar kuruldu. Mevcut bazı kurumlar da yenileşme hareketini meydana getirecek ve işleyecek edebiyatçıların yetişmesine yardımcı oldu. Bunların başında kalemler gelir.
1839’dan sonra yabancı dil bilen gençlere duyulan ihtiyaç arttı. Bu ihtiyacı karşılamak üzere okulların dışında bazı tedbirler düşünüldü. Bu tedbirlerden 1832 yılında kurulan Tercüme Kalemi (Odası)’ni başta saymak gerekir. Tanzimat sonrası edebiyatçılarının birçoğu burada yetişmiştir.
Tanzimat sonrası kültür hayatında önemli bir rol oynayan bir kurum da Encümen-i Dâniş’tir.bu kurum 1851 yılında padişah iradesi ile açıldı. ilk bakışta görevi Darülfünûn’da okutulacak kitapları hazırlamaktı. Fakat asıl gayesi Fransız Akademisi gibi bir akademinin kuruluşunu sağlamaktı. Devrin ilim adamları Encümen-i Dâniş için önemli kitaplar yazdılar ya da tercüme ettiler. Bunlar batılı düşüncenin yayılmasına yardımcı olmuştur.
Yenileşmede önemli rol almış kurumlar arasında gazeteleri de saymak gerekir. 1831 yılında resmî gazete olarak çıkan Takvim-i Vekayi’den sonra ilk yayımlanan Türkçe gazete ingiliz Churcill’in çıkardığı Ceride-i Havadis’tir (1840). Makale, haber ve özellikle tiyatro özetleri ile devri için önemli yazıları ihtiva eder.Bunu 1861 yılında Tercümân-ı Ahvâl arkasından Tasvîr-i Efkâr takip eder. 1860’tan sonra gazete sayısı gittikçe artar.
Bu kurumlar etrafında yenileşmeyi sağlamak amacıyla bazı düşünceler belirir. Bu düşüncelerin hepsi ülkeyi, içinde bulunduğu kötü durumdan kurtarmak gayesini taşır. Ama bu gayeye ulaşmak için seçilen yollarda bazı farklılıklar belirir. Bu devrede başlıca üç düşünce akımı görülmektedir.
1- Medeniyetçilik: Batı medeniyetini benimsemek ve bu yolla kalkınmak ilkesini esas alır. En önemli temsilcileri arasında Mustafa Reşid Paşa, Münif Paşa, Şinasî sayılabilir. Daha sonra Tevfik Fikret bu görüşün en ateşli savunucusu olacaktır.
2- Osmanlıcılık: Osmanlı saltanatı etrafında din farkı gözetmeksizin, aynı haklara sahip muhtelif milletlerin toplanmasını esas alan görüştür. Âli ve Fuad paşalar başta olmak üzere Namık Kemal ve Ahmed Midhad Efendi gibi isimler bu fikrin savunucuları arasındadır.
3- islâmcılık: Yeni gelişen ve batıdan gelen hukuk anlayışı üzerine doğdu. Devletin yıkılmasını engeleyecek ve onu yükseltecek her hareketin islâmî esaslardan ilham ve örnek alınmasını ister. Buna göre her yenilik için fıkıh tükenmez bir kaynaktır. En başta gelen savunucusu Ali Suavi Efendi’dir.
Tanzimat sonrası edebiyatı incelendiğinde 1860-1885 yılları arasında meydana gelen eserlerin aynı mahiyette olmadıkları, devrin şartlarına göre bazı değişiklikler taşıdıkları görülür. Buna göre bu devreyi de kendi içinde iki bölümde incelemek uygun olur.
1- Birinci Nesil (1860-1876): Şinasî’nin Tercüme-i Manzûme’yi neşri ya da Tercümân-ı Ahvâl gazetesini çıkarışı başlangıç tarihi olarak kabul edilir. I. Meşrutiyetin ilânına kadar sürer. Bu devrede edebiyatçılar daha çok siyasî bir gaye taşırlar. Bu gaye Meşrutiyetin ilânıdır. Eserlerde hep meşrutî sistemin faziletleri dile getirilir. Şinasî - Ziya Paşa - Namık Kemal bu yeni edebî dönemin ilk neslini oluştururlar.
2- ikinci Nesil (1876-1885): Daha çok ferdî duyguların ve felsefî düşüncelerin edebî eserlere konu olduğu devredir. Bu devrede sosyal ve siyasî meselelerden çok değişik görüntüleri ile tabiat, insan ve onun çeşitli meseleleri ele alınır. Bu neslin önemli temsilcileri, Abdülhak Hâmid, Recaizâde Mahmud Ekrem ve Sami Paşazâde Sezaî’dir.
Bu devre de kendi içinde onar yıllık devrelere ayrılır. 1876-1885 yılları ile 1885-1896 yılları arasındaki edebî hayat aynı özellikleri taşımaz. Hâmid ve Ekrem’in tesiri, diğer taraftan tercüme eserlerin zenginleştirdiği edebiyat anlayışı ile 1885-1896 yılları arasında edebiyatımızda köklü değişiklikler olur. Bunun içindir ki Servet-i Fünûn topluluğunu hazırlayan bu devre mensuplarını Ara Nesil adı ile ve kendi başına bir devre olarak ele almak daha uygundur.
Tanzimat sonrası edebiyatında klâsik edebiyat geleneğine karşı çıkılmış, başta nesir olmak üzere, klâsik edebiyatın şekil ve türlerinde büyük değişmeler meydana gelmiş, dilde sadeleşme yolunda önemli sayılacak hamleler yapılmış, konular daha çok günlük hayata ve onun şekillendirilmesine yönelmiştir.
Bu değişmeleri şu başlıklar altında toplayabiliriz:
a) Klâsik edebiyat türlerinden olan şiir, mektup, tarih vb. edebiyat türleri batılı anlayışa göre yeni şekiller almıştır.Ayrıca klâsik edebiyatımızda olmayan tiyatro, roman, makale, hikâye, hatıra, tenkit vb. edebiyat türleri geliştirilmiştir.
b) Fransız ihtilâli’nin dünyaya yaydığı eşitlik, adalet, demokrasi gibi fikirler edebî eserlerde işlenmiştir.
c) Gazete neşri yaygınlaşmış, batılı fikirlerin, yeni edebiyat anlayışı ve muhsullerinin halk arasında yaygınlaşması için vasıta olarak kullanılmıştır.
d) Halkın kolayca anlayabileceği sade bir dil meydana getirilmeye çalışılmıştır.
e) Klâsik edebiyat geleneğinde çok önemli yer tutan söz ve mana sanatlarının süs olarak değil, gerektiği yerde kullanılmasına önem verilmiş ve bu sanatlar büyük ölçüde terk olunmuştur.
Bu genel değişiklikler yanında bir de edebiyat türlerine göre meydana gelen değişiklikler vardır. Bunları da şöyle sıralayabiliriz:
1- Şiirde görülen değişiklikler:
a) Aruz vezninin kullanılması devam etti. Ancak zaman zaman hece de kullanıldı.
b)Şiirin konusu genişletilerek her konuda şiirler yazılmaya başlandı.
c) ilk devrelerde yeni fikirler eski nazım şekilleri ile anlatıldı. Bilhassa ikinci devreden sonra eski nazm şekilleri büyük ölçüde terk edildi, yeni nazım şekilleri benimsendi.
d) Şiirde konu bütünlüğüne önem verildi.
e) Şiirlere müstakil isimler verilmeye başlandı.
2- Hikâye ve Roman:
a) Olaylar çoğunlukla günlük hayattan ya da tarihten alındı. Anlatılan olayların gerçek ya da gerçeğe uygun olması gerektiği prensibi benimsendi.
b)ilk zamanlar romantizm, daha sonra realizm ve naturalizm’in tesiri görüldü.
3- Tiyatro:
a) Sahnede oynanabilecek eserler yanında okunmak için de piyesler yazıldı.
b)Çoğunlukla aile, çocuk terbiyesi, örf ve âdetlerle ilgili sorunları ve tarihi konuları işleyen oyunlar yazıldı. Siyasî fikirlerin işlendiği piyesler de kaleme alındı.
c) Trajedi, dram ve komedi türünde eserler yazıldı. Komedilerde ve trajedilerde Klâsisizmin, dramlarda Romantizmin tesiri görüldü.Ayrıca komedilerde eski seyirlik oyunlarımızdan ortaoyunu ve Karagöz oyunlarının etkisi hissedildi.
ARA NESiL
Edebiyat tarihimizde Tanzimat sonrası edebiyatının ikinci nesli ile Servet-i Fünûn edebiyatı arasında yer alan devir Ara Nesil olarak adlandırılır. 1885-1896 yıllarını içine alır.Bu devrede eser veren sanatkârlar bir yandan Tanzimat sonrası edebiyatının birinci neslinden Namık Kemal’in, ikinci neslinden ise Abdülhak Hâmid ve Recaizâde Mahmud Ekrem’in, diğer yandan da edebiyatta yeniliği kabul etmekle birlikte dil ve zevk bakımından geleneğe bağlı kalan Muallim Naci’nin etkisinde kaldılar. Bu bakımdan Ara Nesil mensupları genel olarak Ekrem ya da Naci dairesinde gösterilirler. Bu devir mensuplarını en çok etkileyen bu iki sanatkârdır.
Tanzimat sonrası edebiyatının ilk nesli edebiyatı sosyal ve siyasî düşüncelerinin ifadesinde bir vasıta olarak gördüler.Eserlerinde hep bu gayeye hizmet ettiler. Edebî eseri ve bilhassa şiiri estetik bir vakıa olarak düşünmediler.
ikinci nesil ise edebiyatı siyasetin sınırları dışına çıkardı. Ancak onun meseleleri üzerinde pek düşünmediler. Sadece şekil ve muhteva olarak şiirde büyük değşiiklikler yaptılar.
Ara nesil sanatkârları, 1860’tan sonra açılan yeni eğitim öğretim kurumlarında yetiştiler.Okullarda yabancı dil öğrendiler. Böylece batı edebiyatını, özellikle Fransız edebiyatını daha yakından ve bizzat Fransızcadan okudular, batıda ortaya çıkan edebiyat akımlarını takip etme imkânı buldular. Pek çok Fransızca eseri Türkçeye tercüme ettiler, bu yolla hem şekil hem konu bakımından kendilerine bol örnek bulma imkânını kazandılar.
Gazete, mahiyeti gereği geniş bir kesime hitabeder. Edebiyat bu yayın organı içinde lâyıkı ile gelişme imkânı bulamaz. Oysa Tanzimat sonrası devrede edebiyat hep gazete ile gelişme yolları aradı. Ara Nesil edebiyatçıları ise mecmuacılığa önem verdiler. 1880-1895 yılları arasında ya doğrudan edebiyat veya edebiyata az ya da çok yer ayıran elliye yakın dergi çıktı. Bu dergiler etrafında bir edebiyat okuyucusu teşekkül etti.
Ara Nesil sanatkârları edebiyatı ve özellikle şiiri estetik bir olgu olarak kabul ettiler. Onu hem şekil hem muhteva yönünden güzelleştirmenin yollarını aradılar. Edebiyatı, sadece edebiyat olarak ele aldılar. Ondan, başka sahalar için fayda beklemediler. Edebiyat, şiir ve şair doğrudan düşünce konusu oldu. Böylece edebî tenkit önceki devreye nazaran çok gelişti.
Sanatkârlar edebiyat üzerindeki düşüncelerini yayımlayacak yayın organları buldular. Böylece edebiyat meseleleri daha kolay tartışılır hâle geldi. Yeni edebiyat taraftarları ile eski edebiyat geleneğini devam ettirenler en önemli münakaşalarını bu devrede yaptılar. Ekrem ve Naci arasındaki tartışmalar bu devrede oldu. Tanzimat sonrası edebiyatçılarının örnek aldığı romantizmle 1880’den sonra edebiyatımızda görülmeye başlayan natüralizm bu devrede tartışıldı. Menemenlizâde Mehmed Tahir’in romantizmi, Beşir Fuad’ın natüralizmi savunduğu bu tartışmalar sonunda edebiyatımızda akımlar belirmeye başladı.
Ayrıca bu tartışmalar edebiyat, şiir ve şiirin çeşitli meseleleri üzerinde düşünme yolunu açtı. Vezin, kafiye, dil, üslûp üzerine çeşitli yazılar yazıldı. Yeni bir şiir dili ve şiir cümlesi arandı. Mısra ya da beyite bağlı şiir cümlesi terk edilmeye başlandı.Batılı nazım şekillerinin kullanılışı arttı. Klâsik nazım şekillerinin üzerinde çeşitli değişiklikler yapıldı. Serbest müstezat ve batıdan gelen sone kullanılmaya başlandı. Vezin üzerindeki tartışmalar yeniden alevlendi. Hece veznini reddedenler oldu.Ancak Ali Ferruh gibi onu kullanmamanın cinayet olacağını söyleyenler de çıktı.
Tercüme faaliyetleriyle genç sanatkârların edebiyat ufku genişledi. Bu yol ile konular zenginleşti, akla gelen her konu şiirde ele alınmaya başlandı. Yeni terkipler arandı. Tercümeler yolu ile kelime dünyası zenginleşti. Yeni bir duyuş ve düşünüş tarzı meydana geldi. Bu yeni duruma yeni imaj sistemleri ile anlatıldı.
Şiir, şekil ile birlikte sıkı kafiye kayıtlarından kurtarıldı. Kafiyeler serbest şekilde şiire yerleştirildi. Kafiyelerin arası açıldı. Şiir içinde kafiyesiz mısralar yer aldı, kafiyesiz şiirler yazıldı. En önemlisi 1895 yılında başlayan kafiye kulak için midir, göz için midir? tartışmasından önce fiilî olarak kulak için kafiye denendi.
Ara Nesil’in meydana getirdiği bu değişiklikler büyük ölçüde Servet-i Fünûn edebiyatını hazırladı. Esasen Servet-i Fünûn sanatkârlarının hemen hepsi ya Ara Nesil sanatkârlarının öğrencisi olmuş ya da bu sanatkârların edebiyat sohbetlerinde bulunmuşlardır.
SERVET-i FÜNÛN TOPLULUĞUServet-i Fünûn mecmuası etrafında toplanan sanatkârların meydana getirdiği edebî topluluğun adıdır. Bu edebiyatçıların meydana getirdiği edebiyata Servet-i Fünûn edebiyatı ya da Edebiyat-ı Cedîde denir. Ancak bu topluluğa Edebiyat-ı Cedîde denmesi uygun değildir. Çünkü edebiyat tarihimizde Edebiyat-ı Cedîde, Tanzimat sonrası edebiyatına verilen genel isimdir. Servet-i Fünûn topluluğunun meydana getirdiği edebiyata, onu Şinasi, Namık Kemal, Ziya Paşa, Abdülhak Hâmid, Recaizâde Mahmud Ekrem vb. sanatkârların meydana getirdiği edebiyattan ayırabilmek için kendi devirlerinin tenkitçileri “Yeni Edebiyat-ı Cedîde” demişlerdir.
1890 yılında Ahmed ihsan Servet isimli bir gazete çıkarmaktaydı. Bu gazetenin ayrıca Servet-i Fünûn isimli bir ilâvesi vardı. Daha sonra gazete kapanınca ilâve yayına devam etti. Servet-i Fünûn ilk zamanlarda edebî bir hüviyet taşımıyordu. içinde her türlü ansiklopedik bilgi olan bir mecmua hâlindeydi. Servet-i Fünûn’un edebî bir mecmua hâline gelmesi bir tesadüf eseridir.
Bu durum şöyle olmuştur: Bu devrede Malûmat isimli bir başka mecmua çıkmaktadır. Bu mecmua Recaizâde Mahmud Ekrem’in Şemsa isimli küçük hikâyesini izinsiz olarak yayımlar. Ekrem bunu Servet-i Fünûn mecmuasında tenkit eder. Bu yolla Ekrem’le mecmua sahibi Ahmed ihsan arasında bir yakınlık başlar. Ahmed ihsan mecmucanın edebî bir hüviyete büründürülmesi için Recaizâde Mahmut Ekrem’den yardım ister. Ekrem de talebelerinden Tevfik Fikret’i bu iş ile görevlendirir. Böylece 1896 yılına kadar gelen ve fen ağırlıklı ansiklopedik bilgiler veren mecmua edebî bir hüviyet kazanmış olur. 256. sayısından itibaren (Ocak 1896) kısa sürede devrin Mekteb, Hazîne-i Fünûn, Malûmat ve daha başka mecmualarında Recaizâde Mahmud Ekrem ve Abdülhak Hâmid’in tesiri ile yeni edebiyat anlayışına göre eser veren sanatkârlar, Servet-i Fünûn mecmuası etrafında toplandılar ve böylece bir edebiyat zümresi meydana geldi. Bu zümreye dâhil olan sanatkârlar şunlardır: Halid Ziya, Tevfik Fikret, Cenab Şahabeddin, Mehmed Rauf, Hüseyin Cahid, Ahmed Şuayb, Hüseyin Siret, Süleyman Nesib, Hüseyin Suad, Ahmed Reşid, Celâl Sahir, Ahmed Hikmet, Faik Âli.
Bu topluluğun en yaşlı üyesi 1866 doğumlu Halid Ziya, en genç üyesi de 1883 doğumlu Celâl Sahir’dir.
Servet-i Fünûn mecmuası 1901 yılına kadar aralıksız edebiyat faaliyetini sürdürür. Bu tarihte topluluk arasında bazı kopmalar meydana gelir. 1901 yılında Ali Ekrem devrin şiirini tenkidî bir gözle değerlendiren bir yazısını Servet-i Fünûn’a gönderir. Bu yazıda Servet-i Fünûn topluluğunun meydana getirdiği edebiyat, bazı yönleri ile tenkit edilmektedir. Tevfik Fikret, yazıyı kendilerine yönelen tenkidî kısımları çıkararak neşreder. Ancak Ali Ekrem yazının tamamını Malûmat mecmuasında yayımlar. Bu edebiyat âleminde bir akis uyandırır. Fikret bunun üzerine mecmuadan ayrılır. Bu sırada Hüseyin Cahid’in Edebiyat ve Hukuk makalesinde mahzurlu bazı fikirlerin yer alması üzerine mecmua kısa bir süre kapatılır. Bir müddet sonra yeniden çıkmaya başladığı zaman eski imzaların mecmuadan ayrıldığı görülür.
Servet-i Fünûn edebiyatı sadece Servet-i Fünûn mecmuası etrafında toplanan kalemlerin verdiği eserlerden ibaret değildir. Aynı anlayışla fakat başka yayın organlarında eser veren bazı sanatkârlar da vardır.
Servet-i Fünûn devri nesli kendilerinden önceki nesillerden daha mükemmel bir edebiyat meydana getirmişlerdir. Bu nesil kendilerinden önceki nesillerden farklı imkân ve özelliklere sahip olmuşlardır.Ortalama olarak 1865-1875 yılları rasında doğmuş olan bu nesil bazı Batılı tarzda eğitim veren müesseselerinde okudular, yabancı dili okullarda öğrendiler ve yine okullarda batı edebiyatı ile karşılaştılar.
Bu nesil mecmuacılığın geliştiği bir devrede yetişmiştir. Bu yolla edebiyatı daha yakından takip edebildiler.
Ara Nesil’de yapılan tercümeler ve çeşitli edebiyat örnekleri ile karşılaştılar. Öğrendikleri yabancı dille realistler ve sembolistler başta olmak üzere bilhassa Fransız edebiyatını yakından tanıdılar.
Servet-i Fünûn edebiyatının başlıca özellikleri:
1- Klâsik edebiyat geleneği tamamiyle yıkıldı.
2- Çağdaş Fransız edebiyatı örnek alındı.
3- Toplumla ilgili hiçbir mesele ele alınmadı. Hayalî, sun’î, yerli hayatla hiç ilgisi olmayan bir edebiyat meydana geldi.
4- Tanzimat sonrası edebiyatında gösterilen çalışmalarla sadeleşme yoluna girmiş olan Türkçe yeniden Arapça ve Farsça kelimelerle doldu. Anlaşılması zor, yapma bir dil meydana geldi.
5- Şiirde aruz ölçüsü kullanıldı. Batı şiiri nazım şekillerinden sone, terza-rima, serbest müstezat gibi nazım şekilleri kullanıldı.
6- Şiir cümlesinin mısra ya da beyit sonunda bitmesi kuralı kaldırıldı. Nesir cümlesine yakın, mısralar arasında uzayıp giden cümlelerden meydana gelen şiirler yazıldı. Cümleler mısra ortasında da bitirilip başlatılabildi. Bu yolla nazım nesre yaklaştırıldı.
7- Yeni duyguları ifade edebilmek için yeni kelime ve terkipler arandı, bulundu ve kullanıldı. ifadeyi zenginleştirmek ve derinleştirmek için yeni imaj sistemleri arandı, bulundu, tercüme yolu ile dile kazandırıldı.
8- Hikâye ve romanda başarılı, teknik bakımdan sağlam eserler yazıldı.
9- Fransız realist ve natüralist yazarlarının etkisinde kalındı.
Servet–i Fünûn edebiyatının önde gelen isimleri şiirde Cenab Şahabeddin ve Tevfik Fikret, nesirde ise Halid Ziya, Mehmed Rauf, Hüseyin Cahid’tir. Cenab Şahabeddin nesirde de başarılıdır.
FECR-i ÂTÎ TOPLULUĞUTürkiye’de 1908 Meşrutiyet inkılâbından sonra meydana gelen ilk edebî hareket Fecr-i Âti’dir. 1901 yılında Servet-i Fünûn mecmuasının kısa bir süre için kapatılması üzerine, bu mecmua etrafında toplanan ve Servet-i Fünûn edebiyatını meydana getiren şair ve yazarlar topluluğu dağılır. istanbul’daki edebiyat faaliyeti bir sessizlik devresi içine girer. Bu 1908 yılına kadar sürer. Bu yıl devrin genç sanatçıları Edebiyat-ı Cedîde’ye karşı olarak yeni bir edebî topluluk meydana getirirler. Önceleri ayrı ayrı mecmualarda yayım hayatlarını sürdüren bu gençler ilk olarak 20 Mart 1909 tarihinde istanbul’da çıkan Hilâl gazetesinde ilk toplantılarını yaparlar. Bu bir araya gelişte, topluluğun adı Fecr-i Âtî Encümeni olarak benimsenir. “Geleceğin aydınlığı” manasına gelen bu isimle bir mecmua çıkarılması da kararlaştırılır. Ancak bu derginin yayımı gerçekleşmez ve bu gençler edebî faaliyetlerini Servet-i Fünûn mecmuası etrafında sürdürürler. Daha sonra Fecr-i Âtî topluluğu yavaş yavaş genişler ve 24 Şubat 1910 tarih ve 977 sayılı Servet-i Fünûn mecmuasında yayımladıkları bir beyanname ile kendilerini kamuoyuna resmen tanıtırlar. Böyle bir beyannamenin neşri Türk edebiyatında ilk defa olmaktadır. Beyannamede şu görüşlere yer verilir:
1- Edebiyat şahsî ve muhteremdir.
2- Edebiyatın önemi ve ciddiyeti halka anlatılmalıdır. Ülkenin sanata ve ilmî çalışmalara ihtiyacı vardır.
3- Sanat ve edebiyat boş vakitlerin verdiği sıkıntıyı gidermek için bir vasıta değildir. O, duyguların eğitimine yardım ederek milletin gelişmesini sağlar.
4-Edebiyat-ı Cedîde’nin, Namık Kemal’den itibaren savunduğu edebiyat anlayışı, halka mal edilmemiştir.
5- Edebiyat-ı Cedîdeciler Meşrutiyetten sonra sanat ve edebiyatla ilgilenmemişlerdir.
6- Fecr-i Âtî topluluğu dilin ve edebiyatın gelişmesine hizmet etmek üzere kurulmuştur.
7- Topluluk, batılı ülkelerin edebiyatlarını Doğu’ya, Doğu’nun edebiyatını da Batı’ya tanıtacaktır.
Bu beyannamenin altında şu imzalar yer aldı: Ahmed Samim, Ahmed Haşim, Emin Bülend, Emin Lâmi, Tahsin Nahid, Celâl Sahir, Cemil Süleyman, Hamdullah Subhi, Refik Halid, Şahabeddin Süleyman, Abdülhak Hayri, izzet Melih, Yakub Kadri, Köprülüzâde M.Fuad.
Beyannamedeki görüşler birtakım tartışmalara yol açtı. Servet-i Fünûn ve Resimli Kitap gibi dergilerde Fecr-i Âtî’nin sanat anlayışını anlatan yazılar yazıldı. Karşıtları, Fecr-i Âtîcileri yenilik getirmemekle, Servet-i Fünûn edebiyatını tekrar etmekle suçladılar. Bu tartışmalar sonucunda bazı üyeler topluluktan ayrıldı. Fecr-i Âtî topluluğunu meydana getirenlerin birçoğu daha sonra millî edebiyatı kuran ve geliştiren sanatçılar oldu ve böylece bu topluluk Edebiyat-ı Cedîde’den millî edebiyata geçişte bir köprü vazifesi görmüş oldu.
MiLLÎ EDEBiYAT (1911-1923)Türk edebiyatında, Türk milletinin millî değerleri ve meseleleri ön plânda tutulan, sade dile önem verilen ve şiirde, millî veznimiz olan hecenin şuurlu olarak kullanıldığı edebiyat akımının adıdır.
Tanzimat’tan sonra, imparatorluğun düştüğü kötü durumdan kurtulması ve yeniden eski gücüne kavuşabilmesi için birtakım siyasî görüşler ileri sürülmüştür. Bu görüşlerin en önemlileri; a) Medeniyetçilik, b) Osmanlıcılık ve c) islâm birliği (ittihâd-ı islâm) fikirleri idi.
Fikir hayatına hâkim bu üç siyasî görüş 1908’de yani II. Meşrutiyet’e kadar devam etti. II. Meşrutiyet’ten sonra bu görüşlerin yanına bir de Türkçülüğü esas alan milliyetçilik fikri eklendi.
Türkçülük akımı bilhassa Tanzimat sonrası edebiyatçılarının Ali Suavi, Ahmed Vefik Paşa, Süleyman Paşa ve Şemseddin Sami’nin çalışmaları ile ilmî plânda gelişmişti. Bursalı Mehmed Tahir Bey’in, Veled Çelebi ve Necib Asım’ın yayımlarıyla bu faaliyet geniş bir sahaya yayıldı. Mehmed Emin Yurdakul’un Türkçe Şiirler kitabı ve diğer şiirleri ile, Türkçecilik akımı edebiyat sahasına geçti. II. Meşrutiyet’ten hemen sonra Türk Derneği (1908), Türk Yurdu (1911), Türk Ocağı (1912) derneklerinin kurulması ve faaliyetlerde bulunması Türkçülük esasına bağlı milliyetçilik akımını bir yandan fikir, diğer yandan edebiyat sahasında geliştirdi. Bu devrede Türkçülük ve milliyetçilik ilmî ve edebî bir akım olma yanında, siyasî bir fikir olarak da gelişti.
1908’de sonra islamiyetten önceki Türk dili ve edebiyatı, Türk tarihi, Türk kültür ve medeniyeti araştırmaya, incelenmeye başlandı. Türklerin tarih boyunca meydana getirdikleri değerlerin, sistemli bir şekilde ortaya konulması için çalışıldı. Devrin hükümeti de bu faaliyetleri destekledi.
Fikrî sahada yapılan bu çalışmalara paralel olarak edebiyat sahasında da Millî sanat esasına bağlı kalınarak eserler verilmeye başlandı. Mehmed Emin’den sonra Emin Bülend, Ahmed Hikmet ve Hamdullah Subhi gibi Fecr-i Âtî topluluğundan kopan sanatkârlar bu âdeta yeni bir iman hâline gelen akımın edebiyatını kurmaya çalıştılar.
Aynı tarihlerde Selânik’te bulunan bazı genç şair ve edipler, Türkçe’yi kat’î bir şekilde sadeleştirmek, Servet-i Fünûn topluluğunun, dili soktuğu çıkmazdan çıkarmak, konuşulan dil ile eser vermek için yola çıkıyorlarda. Önce Ömer Seyfeddin ve Ali Canib tarafından girişilen bu harekete bir müddet sonra Ziya Gökalp de katıldı. Gökalp’in 1911 yılında yayımladığı Turan şiiri Türkçülük ve milliyetçilik hareketinin adeta programı hâline geldi. Bu gençler 1911’de Selânik’te Genç Kalemler isimli bir mecmua çıkarmaya başladılar.
11 Nisan 1911 tarihinde Genç Kalemler mecmuasında neşrolunan Ömer Seyfeddin’in Yeni Lisan makalesi de dilde yapılmak istenen değişikliğin programı olarak görüldü. Bu makalede ileri sürülen fikir ve teklifler istanbul edebiyat çevrelerinde ve bütün yurtta kısa sürede benimsendi, gelişti, bu anlayışa göre eserler verilmeye başlandı. Bu mecmuada görülen millî edebiyat tabiri de herkes tarafından benimsendi.
Genç Kalemler dergisi etrafında toplanan gençlerin dil ve edebiyat sahasındaki görüşleri şöyle özetlenebilir:
1- Millî edebiyat için her şeyden önce millî bir dil gereklidir. istanbul Türkçesi, yazı ve konuşma dilimiz için en tabiî ve en güzel dildir. Yazı ve konuşma dili istanbul Türkçesine göre olmalıdır.
2- Bir dilin yazı dili ve konuşma dili diye iki ayrı şekli olamaz. Yazı dili ile konuşma dili birleştirilecektir ve konuşma dili esas alınacaktır. Bu yapıldığı takdirde yeni bir edebiyat doğacaktır.
3- Türk yazı diline girmiş yabancı gramer kaideleri atılacak, sadece Türkçe gramer kaidelerine yer verilecektir.
4- Dilimize girmiş Arapça, Farsça tamlamalar terk edilecektir.
5- Dilimize girmiş ve ses olarak da Türkçeleşmiş olan yabancı asıllı kelimeler, yabancı olma özelliklerini kaybettikleri için Türkçe kabul edileceklerdir.
6- Türkçeleşmiş edatlar dışındaki bütün yabancı edatlar terk edilecektir.
Bu fikirler daha önce Namık Kemal, Menemenlizâde Mehmed Tahir, Nabizâde Nazım, Şemseddin Sami gibi şahsiyetler tarafından söylenmişti. Ancak bunları söyleyenlerin bizzat kendileri Türkçeyi söyledikleri gibi kullanamamışlardı. Genç Kalemler etrafında toplanan gençlerin en önemli başarıları, söylediklerini yazılarında bizzat uygulamaları oldu.
Millî edebiyat taraftarları önce vezin meseleleri üzerinde durdular. Şiirde hece veznini ve Türk halk edebiyatı nazım şekillerini kullanmaya başladılar. Millî nazım şekilleri ile Türk halkının sorunlarının dile getirilmesini istediler.
Genç Kalemler dergisinde fikrî yazılar dışında, bu fikirler parelelinde Ömer Seyfeddin’in hikâyeleri, Ziya Gökalp, Ali Canib ve Aka Gündüz’ün şiirleri çıktı.
1912 Balkan felâketi Millî edebiyat cereyanının ne kadar sağlam bir görüşe bağlı olduğunu gösterdi.
Millî edebiyat özellikle 1914’ten sonra ve bütün I. Dünya Harbi yıllarında gelişerek devam etti. Türk Yurdu, Halka Doğru ve 1917’den sonra Yeni Mecmua’da gelişti. ilmî sahada da yine Türk Yurdu’nda Tarih-i Osmanî Encümeni mecmuası’nda (1912), Millî Tetebbular mecmuasında (1915), çeşitli araştırmalar yayımlandı.
Millî duygu ve düşünceye bağlı edebiyatı savaşın getirdiği felâketler de besledi. Bütün savaş boyunca ve arkasından gelen istiklâl Harbi müddetince şiirde hece vezni, halk şiiri nazım şekilleri ve sade bir dille eser verenlerin sayısı arttı. Roman ve hikâye dalında millî konuları yine sade bir ifade içinde anlatan eserler yazıldı. 1923’e gelindiği zaman artık dil en mükemmel şeklini almış, konuşma dili ile yazı dili arasında, herhangi önemli bir fark kalmamış, Türkçe ile bütün Türk milletinin rahatlıkla anlayabileceği bir edebiyat meydana gelmişti.
Bir bütün hâlinde bakıldığında Millî edebiyat dil, şekil, üslûp ve muhteva açısından taşıdığı yeniliklerle dikkat çeker. Millî edebiyat dairesinde şiir, hikâye, roman, oyun, edebî tenkit dalında çeşitli eserler verilmiş, dil, edebiyat, tarih, sanat tarihi, folklor vb. sahalarda da pek çok araştırmalar yapılmış ve neşrolunmuştur.
Millî edebiyat akımının önde gelen temsilcileri şunlardır;
Şiir: Mehmed Emin Yurdakul, Ziya Gökalp, Ömer Seyfeddin, Ali Cânib, ibrahim Alaattin Gövsa, Halit Fahri Ozansoy, Yusuf Ziya Ortaç, Enis Behiç Koryürek, Orhan Seyfi Orhon, Faruk Nafız Çamlıbel, Şükufe Nihal, Halide Nusret Zorlutuna, Emin Bülend vb.
Hikâye Roman: Ömer Seyfeddin, Yakup Kadri, Halide Edip, Ahmet Hikmet, Müfide Ferid, Refik Halid.
Oyun: Orhan Seyfi, Halid Fahri, Aka Gündüz.
Edebiyat tarihi-tenkit: Fuad Köprülü, Ali Cânib, ibrahim Alaattin.Bu şahsiyetlerin bir çoğu Cumhuriyet döneminde de eser vermişlerdir.
OTTOMANTURKISH LITERATURE/ Necat BiRiNCi
Abstract
After a while of using the Turkish language as written language in Anatolia, a new form of literary language emerged.
Alongside Arabic and Persian language, Turkish took the role of a third language. In the East, Çağatay Turkish, also called Hakaniye Turkish, together with Ottoman Turkish, have formed in the Islamic culture a new and great literary language.
In this article, literature, born together with Ottoman Turkish and written until the republic period, has been outlined.
Ottoman Turkish Literature, in parallel to Arabic and Persian literature has outcomes as gazel, kaside, mesnevî, rubaî etc. until Tanzimat. With Tanzimat reform western literary forms have influenced literature, and classic works have been left.
In the period after Tanzimat “Edebiyat-ı Cedide”, “Servet-i Fünûn” periods, “Fecr-i Âti”community and “National Literature” movement are examined in outlines.
Key Words: Literary language, Islamic culture, gazel, kaside, mesnevî, rubaî, Ottoman Turkish Literature, Tanzimat, “Edebiyat-ı Cedide”, “Servet-i Fünûn”, “Fecr-i Âti”, “National Literature”.