Cemil Meriç ( 12.12.1917)- (13.06.1987)
12
Aralık 1917'de Hatay Reyhanlı'da doğdu. Hatay Lisesini bitirdi.
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümüne girdi.
Öğrenimini tamamlayamadan Hatay'a döndü. Bir süre ilkokul öğretmenliği
ve nâhiye müdürlüğü, Tercüme Kaleminde reis muâvinliği yaptı. İstanbul
Üniversitesi Edebiyât Fakültesi Fransız Dili ve Edebiyâtı bölümünü
bitirdi. Elâzığ Lisesinde Fransızca öğretmenliği yaptı (1942-45).
İstanbul Üniversitesi yabancı diller okulunda okutman olarak çalıştı
(1946). 1955'te gözleri görmez oldu. Fakat talebelerinin yardımıyla
çalışmalarını ölümüne kadar sürdürdü. 1974 senesinde İstanbul
Üniversitesinden emekli oldu. 13 Haziran 1987 günü İstanbul'da vefât
etti.
Cemil Meriç'in ilk yazısı Hatay'da Yeni Gün Gazetesi'nde çıktı (1928).
Sonra Yirminci Asır, Yeni İnsan, Hisar, Türk Edebiyâtı, Yeni Devir,
Pınar, Doğuş ve Edebiyat dergilerinde yazılar yazdı. Cemil Meriç,
gençlik yıllarında Fransızcadan tercümeye başladı. Hanore de Balzac ve
Victor Hugo'dan yaptığı tercümelerle kuvvetli bir mütercim olduğunu
gösterdi. Batı medeniyetinin temelini araştırdı. Dil meseleleri
üzerinde önemle durdu. Dilin, bir milletin özü olduğunu savundu.
Sansüre ve anarşik edebiyâta şiddetle çattı.
ESERLERİ: Umrandan Uygarlığa (1974), Kırk Ambar (1983) isimli
eserleriyle iki defâ Türkiye Millî Kültür Vakfı ödülünü kazandı. Hint
Edebiyâtı, Saint Simon, İlk Sosyolog, İlk Sosyalist, Bir Dünyânın
Eşiğinde, Bu Ülke, Mağaradakiler, Bir Fâciânın Hikâyesi, Işık Doğudan
Gelir ve Kültürden İrfana başlıca eserleridir.
Aldığı ödülleri: Kırk Ambar adlı eseriyle "Türkiye Millî Kültür Vakfı"
ödülü, Ankara Yazarlar Birliği Derneğinin"Yılın Yazarı", Kayseri
Sanatçılar Derneğince, "İnceleme", Kültürden İrfana adlı eseriyle,
Türkiye Yazarlar Birliği "Yılın Fikir Eserleri" ödüllerini aldı.
HAKKINDA YAZILANLAR
Prof. Dr. Ümit Meriç Yazan, babasına gösterilen ilgiyi yorumladı:
Cemil Meriç hayranları
günden güne çoğalıyor
TAKDİM
Artık, Cemil Meriç ismi tefekkürün, çilenin ve bir büyük kültür
abidesinin sembolüdür ülkemizde. Çünkü, yoz ve sığ bir kuşatma ile
adeta bir mağaraya hapsedilmiş olan bizler, Batı’yı da, Doğu’yu da,
Hind’i de, Uzak Doğu’yu da hep ondan öğrendik. O beyinlerimize
düşürdüğü “tecessüs” ateşi ile bizi fikri bir yenileşmeye sevk etmiş,
bir kültür ve irfan uyanışına doğru yönlendirmişti. Eğer o olmasaydı,
ne “Bu Ülke”yi böylesine derinden tanıyabilecek, ne de “Işık Doğu’dan
Gelir” fikri ile kendimize dönebilecektik.
Aramızdan ayrılışının 12. Yılı münasebeti ile, günden güne büyüyen
Cemil Meriç dalgası, Cemil Meriç sevdası, Cemil Meriç ilgisi üzerine,
değerli kızı, sosyolog Prof. Dr. Ümit Meriç Yazan hanımefendi ile
sohbet ettik.
SPOTLAR
Cemil Meriç, bugün 500 bin kişilik bir okur kitlesine ulaşmıştır. Bir
teşbihle söylersek, Cemil Meriç bir çiftçidir, Anadolu bozkırına
düşünce tohumlarını saçmıştır ve o tohumlar şimdi filizlenip boy
atıyor.
Cemil Meriç’in okurlar cemaatini tanımak, onların üzerinde durmak
lazım. Artık okurlardan, yazara gitme zamanı gelmiştir. Bu konuda çok
özel gözlemlerim var. Bunlardan en önemlileri, edilen telefonlar,
gönderilen mektuplar ve babamla ilgili anma toplantılarında bir araya
gelen genç nesillerin yaptığı analizler.
“Seni tanımakla başladı her şey. Sen kopardın kızılca kıyameti. Akıllar
seninle durdu. Kara zindanda doğan güneş sendin. Mağaradan seninle
çıktım. Görmeyen gözlerim, seninle görür oldu. Acı çekmek neymiş, fikir
neymiş seninle tanıdım. Şuurumun lambalarını yakan sensin.”
Türkiye projeksiyonsuz yaşıyor. Gelecekle ilgili hiç bir ideali yok.
Halbuki büyük devletleri yüzer yıllık, beş yüzer yıllık, biner yıllık
projeleri, hedefleri vardır. Türkiye günübirlik bir böcek gibi yaşıyor.
Türkiye’nin geleceğini düşünmesi, geleceği üzerine projeksiyonlar
yapması kaçınılmazdır.
OLCAY YAZICI
Bilinen bir gerçek, fakat genç nesiller açısından soruyorum. Kimdir o
fikrin gökkuşağı olan, Batı’yı da, Doğu’yu da bizlere öğreten, fikrin
büyük çilekeşi Cemil Meriç? Onun sadece kızı değil, aynı zamanda gözü,
kulağı olan sizden, bir kere daha rica etsek?
“Gülü tarife ne hacet, ne çiçektir biliriz!” diye bir sözümüz vardır.
Bence artık Cemil Meriç’i anlatmanın, tarif etmenin zamanı geçmiştir.
Çünkü Cemil Meriç, tariflerin ötesine geçmiştir. O eserleri ile bugün
aşağı yukarı 500 bin kişilik bir okur kitlesine ulaşmıştır. Bir
teşbihle söylersek, Cemil Meriç bir çiftçidir, vatan sathına, Anadolu
bozkırına düşünce tohumlarını saçmıştır ve o tohumlar şimdi onlarla, yüzlerle yeşeriyor, filiz verip, boy atıyor.
Dış dünya Cemil Meriç’i tanımak istiyor
Büyük çileler çekilerek, vatan coğrafyasına dikilen Cemil Meriç çiçekleri açıyor, diyebiliriz yani?
Evet, diyebiliriz...Bu çiçekler, topraktan çıkmış, boyatmışlardır. Bu
bakımdan Cemil Meriç’in artık okurlar cemaatini tanımak, biraz da onun
üzerinde durmak lazım. Artık okurlardan, yazara gitme zamanı gelmiştir.
Bu okurlar cemaati ile ilgili olarak benim çok özel gözlemlerim var.
Bunlardan en önemlileri de, edilen telefonlar, gönderilen mektuplar,
babamla ilgili anma toplantılarında bir araya gelen genç nesiller.
1997’nin Aralık ayında Tarık Zafer Tunaya kültür merkezinde, Büyükşehir
Belediyesi Kültür Dairesi tarafından düzenlenen toplantıdaki konuşma
metinleri İz yayınları tarafından kitaplaştırıldı. Adı ise ilginç,
“Cemil Meriç ve Bu Ülkenin Çocukları.” Bu okurlar cemaati ile iki
senedir temasımızı hiç kaybetmedik. Ayda bir defa toplanıyor, bazen
Cemil Meriç’in eserleri üzerine, Cemil Meriç’ten alınan ilhamla yeni
olaylar üzerine görüş ve fikir alış verişinde bulunuyoruz.
Ayrıca, Tunus Üniversitesi’nin tarih profesörü Abdülcemil Temimi’den, Cemil Meriç’in Arapça’ya tercümesi için teklif geldi.
Konuşma sırasında babamın adı geçti. Ne yazık ki, müslüman bir Arap
entellektüeli olarak, muhterem babanızı tanımıyorum. Benim gibi diğer
Arap dünyası da maalesef tanımıyor. Türkiye’nin bu kadar önemli bir
yazarını tanımamak, bizler için ayıp sayılır. Babanızı bana biraz
tanıtınız, dedi. Ben de peki dedim ve “Bu Ülke”yi açarak ona, “Kıtaları
ipek bir kumaş gibi keser biçerdik!...” cümlesiyle başlayan bölümü
okudum. Temimi öylesine etkilendi, öylesine beğendi ki bu cümleyi,
lütfen dedi, babanızdan bir seçme yapınız ve onu vakit geçirmeden
Arapça’ya tercüme e****m. Arap dünyası, 20. Yüzyıl Türk kültürünün
yetiştirdiği bu irfan adamını mutlaka tanımalıdır.
Bu münasebetle bir yıldır Cemil Meriç’in Arapçaya çevrilmesi metinleri üzerinde çalışıyoruz.
Cemil Meriç’e karşı büyük bir ilgi
Ayrıca Türk cumhuriyetlerinde de, Cemil Meriç’e karşı büyük bir ilgi
uyanmaktadır. Cemil Meriç’in, Kazak ve Azerbaycan Türkçesine tercümesi
yolunda da teklifler var. Yani biz belki Cemil Meriç’i dış dünyaya
yeterince tanıtmadık, fakat dış dünya kendiliğinden Cemil Meriç’i
tanımak istiyor, bunun için sınırları zorluyor. Çünkü Türkiye’yi
tanımak demek; bir anlamda Cemil Meriç’i tanımak demektir.
Bu arada Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’ndan bir davet aldım. “20.
Yüzyıl Türk Kültürüne Yön Verenler” başlıklı bir dizi başlatıyorlar.
Şahsiyetler arasında babam Cemil Meriç’in yanı sıra, Mehmet Akif,
Peyami Safa, Necip Fazıl, Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Kemal
Tahir gibi isimler de bulunuyor.
Bir şehre, bir köye ve bir mahalleye tek bir Cemil Meriç sevdalısı bile
düşmüş ise, o belde zamanla fikri bir tutuşma yaşayacak demektir...Genç
Cemil Meriç severler kimlerdir? Ne tür mektuplar geliyor size Babanızla
ilgili olarak?...
Cemil Meriç’i tanımak isteği daha çok yurtdışından geliyor. Türkiye’yi
tanımanın, önce Cemil Meriç’i tanımaktan geçtiğine inanıyorlar.
Psikoloji bölümünden mezun bir öğrencinin, Elif Özdemir’in, babam Cemil
Meriç’le ilgili yazdıklarını aktarmak istiyorum. Bir bir profil çizmek
için.
Elif benim öğrencim. 1997 yazında Amerika’ya gitti. Biliyorsunuz
dünyanın en büyük kütüphanesi Washington’dadır. Orada, Türkiye’den
yazar var mı diye araştırmış, bakmış ki, kütüphanede “Hint Edebiyatı”
var, “Bu Ülke” var, “Jurnal” var, “Mağaradakiler” ver, “Işık Doğu’dan
Gelir” var, “Kırk Ambar” var, “Ümrandan Uygarlığa” ve “Sosyoloji
Konuşmaları” var. Yani, seçmeyi bilen her idrak Cemil Meriç’i arayıp
buluyor.
Yerliden, evrensele açılmak demek bu olsa gerek?
Evet, evrensellik bu demek...Gelelim, Cemil Meriç’in okuyucular
cemaatine(Ümit hanım özellikle bu kavramı kullanıyordu. Biz de
değiştirmedik.) Bunların içinde yazarlar da var. Cahit Koytak’ın
yazdığı ilginç bir şiir var. Adı “Son Osmanlı.”
Cemil Meriç okurlarını daha yakından tanımak için, Tarık Zafer
Tunaya’daki toplantıya katılan, 17 yaşındaki Şükran Çatak’ın yazdığı
mektubun ilk sayfasını okumak istiyorum:
“Sayın Ümit Meriç Yazan, güzel paylaşımlara, dorukta mutluluk ve
duyumlara vesile olduğunuz için teşekkürler. Kendimi hala bir rüyanın
içinde hissediyorum. Ve oradan sesleniyorum şu an size. Fakat sanırım
her şey gerçek, rüyadaki gibi eksiksiz ve güzel. Ve en önemlisi artık
baş rollerden birini de ben oynuyorum. Sizinle, Cemil Meriç günlerini
paylaştık. Teneffüs ettiğimiz havayı, kitabı, tarihi, heyecanları
paylaştık. Yüreklerimiz tek bir yürek oldu. Beynimizi büyüttük o gün.
Yüreklerimizle birlikte fikirlerimizi, ülkülerimizi, heyecanlarımızı da
büyüttük.
Tüm bunları harflere, kelimelere, cümlelere hapsettim. Onları seslere
bağladım. Ben yeni heyecanları da yine seslere, kelimelere
kilitleyeceğim. Benden yeni sesler gelecek kulaklarınıza.”
Cemil Meriç için şeref defteri
Bir de defterim var. Cemil Meriç’in şeref defteri. Defterin ilk sayfasına 4 Mayıs 1997’de kızıma hitaben şöyle bir şey yazdım:
“Sevgili Hazal, bu defter Cemil Meriç’in fatihi olduğu serdengeçtilerin
defteridir. Ona sahip çık. Çünkü bu liste, sana bırakacağım mirasın
hepsinden daha önemli, daha ölümsüz ve daha anlamlıdır. Deden, bu
ülkede bir düşünce aristokrasisi yarattı. Bu listede onların şeref
listesini bulacaksın...”
Daha sonra bu deftere çeşitli isimler, Cemil Meriç’le ilgili duygu ve
düşüncelerini yazdı. Onlardan birini size okumak istiyorum. Mimar Sinan
Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğrencisi, Mahmut Çalışır’ın yazdıkları
şöyle:
“Seni tanımakla başladı her şey. Sen kopardın kızılca kıyameti. Akıllar
seninle durdu. Kara zindanda doğan güneş sendin. Mağaradan seninle
çıktım. Görmeyen gözlerim, seninle görür oldu. Aşk neymiş, acı çekmek
neymiş, fikir neymiş seninle tanıdım. Şuurumun lambalarını yakan
sensin...Seni tanıdıktan sonra vatansız, kimliksiz kaldım. Seni
tanıdıktan sonra ruhum boyalı bir kuş oldu. Şimdi ben göçebe bir
serseriyim. Havarisiz İsa’yım...Seni tanımadan önce önümde iki kapı
vardı. Biri cinnet, biri ölümdü. Şimdi üçüncü bir kapı var: O aşk
kapısı...Kitaplar yaralarıma şifa olmaz oldu. Artık ben de karar verdim
kitap olmaya. Seninle büyütüyorum acımı, hüznümü ve kendimi...Ben
dergahtan kovulan dervişim. Körler seninle görür oldu. Sağırlar seninle
duydular. Dilsizlerse şimdi hatip.!..”
Bir başka öğrenci, Yusuf Emre’nin yazdıkları ise şöyle:
“Utanıyorum ismini yazmaktan, fikrin devasa insanı. Bu nesil adına. Bir
sarmaşık gibi sarıldım, aşık olduğum kitaplarına. Bu aşkın büyüsünü
bana kim yaptı? Bilmiyorum. Ama böyle bir büyüye nesil olarak muhtaç
olduğumuzu biliyorum. Sen dünyaya hiç bir zaman kör bakmadın. Bizler
ise açık gözlerimizle kör yaşadık. Yıllarca bilgiye, kültüre karşı aç
yaşadığımız için, hislerimizi de kaybettik. Okumamakla ve kitaba
yabancı kalmakla, en şiddetli zulmü kendimize reva gördük. Ruhaniyetin
karşısında şimdi biz utanmayalım da, kimler utansın? Kazanma adına hiç
bir şeyini boşa kaybetmedin. Seninle bir defa daha, yoklukta varlık
cilvesinin sırrını anladık. Med-cezire maruz kalan sıkıntıların
dalgalar gibi sahilindeki kayalara vuruyor. Ama sen aşınmadan, kızın
ellerinden tutarak, yoluna devam ediyordun. Biz ise kıymetini
bilemediğimiz zaman sermayesinin yokluğundan şikayet ettik durduk. Az
da olsa yürüyebilseydik, duranların haline ağlamayı öğrenecektik. Fakat
şimdi kendi halimize bile ağlayamıyoruz.
Kapalı gözlerinle kitaplara selam sarkıtıyordun. Son anlarında kapalı
şuurunla, Muhammet Sevgilim diyordun. Ağzından çıkan son cümleyi
duyduğumda, iliklerime kadar titrediğimi hissettim. Ağlamadım dersem,
yalan olur. Şuurunun kapalı olduğu bir anda bile, Muhammed Sevgilim
diyordun. Yaşasaydın, söylediğin bu cümle için sana köle olmaya razı
olurdum...”
Bunlar gibi daha yüzlerce mektup var. Bütün bunlar şunu gösteriyor ki,
Cemil Meriç’in Anadolu bozkırına saçtığı tohumlar artık bugün çınar
gibi boy atıyor.
Meriç soyadı siyasetin üzerindedir
Seçim öncesinde siyasi çevrelerden size aday olmak için teklifler
geldi. Fakat, bunları kabul etmediniz. Neden? Siyasete soğuk mu
bakıyorsunuz?
Öğrencilerime de söylediğim bir cümle var. O da şudur: Sizler bütün
partilerin üstündesiniz. Kendinizi bir parçaya mahkum ederek, bütünden
vazgeçmeyiniz. Sosyolog bir partinin değil, Türkiye’nin sosyologu
olmalı.
Türkiye kendi kendisini tanımayan bir ülke haline gelmiştir. Türkiye
projeksiyonsuz yaşıyor. Gelecekle ilgili hiç bir ideali yok. Halbuki
büyük devletlerin yüzer yıllık, beş yüzer yıllık, biner yıllık
projeleri, idealleri, hedefleri vardır. Türkiye ise plansız, programsız
ve günübirlik, adeta bir böcek gibi yaşıyor. Türkiye’nin geleceğini
düşünmesi, geleceği üzerine projeksiyonlar yapması şarttır. Yarınla
ilgili planlar bugünden yapılmalı. Eğer bu yapılmazsa, yarınla ilgili
ümitlerimiz de olamaz. Sosyologların bu sahada faydalı olacağına
inanıyorum. Fakat, sosyologlar hükümetlerin değil, devletin sosyologu
olmalı...
Konuya dönersek, evet, Meriç soyadının siyasileşmemesi için siyasete
atılmadım. Çünkü o Türkiye’nin bütününü kapsayan kuşatıcı bir isim. Bu
isme saygı göstermek, benim babama karşı bir görevimdir.
Kalemin kutsiyetine inanıyorum
Dünyanın küçüldüğünden ve küreselleşmeden söz ediliyor. 2000’li
yıllarda genel bir dünya devleti kavramı mı ağırlık kazanacak, yoksa
milli kimlikler mi ön plana çıkacak?
Tabii bu sorunuza homojen bir cevap vermek mümkün değil. Çin ve Türk
milleti gibi binlerce yıldan beri süregelen milletler vardır. Avrupa
millet bilinci var. Bir de ayrıca tarih boyunca hiç devlet kurmamış
etnik unsurlar var. Yani globalleşme karşısında milletlerin durumu ne
olacak sorusunun cevabı tek olamaz.
Elbette dünya çok küçüldü. İlk defa bu kadar kısa zamanda milletler
birbirlerinden haber alır hale geldi. Ben bilgisayarıma tıklıyor ve
Avusturya’daki bir profesörle sosyoloji üzerine konuşabiliyorum. Bu
küçümsenecek bir şey değil. Salise farkı ile fikir alış verişinde
bulunabiliyoruz. Bu manada elbette dünya küçüldü. İnsanlar oturduğu
yerden, bilgisayar aracılığı ile uluslararası konferans verebiliyor.
Fakat bu anlattıklarımdan teknolojiyi çok yücelttiğim, övdüğüm
anlaşılmasın. Ben evime bilgisayar almadım. Hatta önce daktilo ile
yazıyordum. Onu da bıraktım. Şimdi sadece elle yazıyorum. Yani kalemin
kutsiyetine inanır hale geldim. Kalem kutsaldır. Çünkü üzerine yemin
edilmiştir. Bilgisayar bir yerde hain bir araç. Bir virüs çıkıyor ve
her şeyi, bütün bilgiyi, emeği sıfırlayabiliyor. Oysa elle yazılan bir
kelime yüzlerce sene silinmeden saklanabilir.
Şüphesiz faydalı bir araç. Fakat ben bugüne kadar bilgisayar
kullanarak, dahiyane bir eser sahibi olmuş tek bir insanla
karşılaşmadım. Fakat insan dahi ise belli şeyleri kullanmak açısından
bilgisayardan istifade edebilir. Zaten dünyanın en önemli bilgileri hiç
bir zaman bilgisayarlara yüklenmez.
**çü, değişirken “biz” kalmak olmalı
Toplumların değişmek kaçınılmaz durum. Fakat değişirken toplumun
kendisi kalması, bu ana rengi muhafaza etmesi önemli. Değerli
sosyologumuz Prof. Dr. Mümtaz Turhan hoca, ölçüyü “biz kalarak değişmek
ve değişirken biz kalmak” şeklinde özetliyor. Sizce ölçü ve denge nasıl
kurulmalı?
Bunun ölçüsünü, mayasını hiç bir birey koyamaz. Yalnız sosyolojik kanun
olarak bir hakikat var. O da şudur: hiç bir toplum bütünüyle aynı
kalamaz. Ve yine hiç bir toplum bütünüyle değişemez. Yani değişirken
aynı kalır, aynı kalırken değişir. Mümtaz hocanın ölçüsü doğru. Bu
bakımdan hiç bir ideoloji sonsuz, ölümsüz değildir. Tabii ki dinleri
bunun dışında tutuyorum. Söz konusu olan beşeri ideolojilerdir. Beşeri
nizamlar ise daima birbirini aşacaktır. Sosyal hareketleri bir yerde
kontrol etmeniz mümkün olmaktan çıkabilir. Kendi kanununu kendi uygular.
google_protectAndRun("ads_core.google_render_ad", google_handleError, google_render_ad);
12
Aralık 1917'de Hatay Reyhanlı'da doğdu. Hatay Lisesini bitirdi.
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümüne girdi.
Öğrenimini tamamlayamadan Hatay'a döndü. Bir süre ilkokul öğretmenliği
ve nâhiye müdürlüğü, Tercüme Kaleminde reis muâvinliği yaptı. İstanbul
Üniversitesi Edebiyât Fakültesi Fransız Dili ve Edebiyâtı bölümünü
bitirdi. Elâzığ Lisesinde Fransızca öğretmenliği yaptı (1942-45).
İstanbul Üniversitesi yabancı diller okulunda okutman olarak çalıştı
(1946). 1955'te gözleri görmez oldu. Fakat talebelerinin yardımıyla
çalışmalarını ölümüne kadar sürdürdü. 1974 senesinde İstanbul
Üniversitesinden emekli oldu. 13 Haziran 1987 günü İstanbul'da vefât
etti.
Cemil Meriç'in ilk yazısı Hatay'da Yeni Gün Gazetesi'nde çıktı (1928).
Sonra Yirminci Asır, Yeni İnsan, Hisar, Türk Edebiyâtı, Yeni Devir,
Pınar, Doğuş ve Edebiyat dergilerinde yazılar yazdı. Cemil Meriç,
gençlik yıllarında Fransızcadan tercümeye başladı. Hanore de Balzac ve
Victor Hugo'dan yaptığı tercümelerle kuvvetli bir mütercim olduğunu
gösterdi. Batı medeniyetinin temelini araştırdı. Dil meseleleri
üzerinde önemle durdu. Dilin, bir milletin özü olduğunu savundu.
Sansüre ve anarşik edebiyâta şiddetle çattı.
ESERLERİ: Umrandan Uygarlığa (1974), Kırk Ambar (1983) isimli
eserleriyle iki defâ Türkiye Millî Kültür Vakfı ödülünü kazandı. Hint
Edebiyâtı, Saint Simon, İlk Sosyolog, İlk Sosyalist, Bir Dünyânın
Eşiğinde, Bu Ülke, Mağaradakiler, Bir Fâciânın Hikâyesi, Işık Doğudan
Gelir ve Kültürden İrfana başlıca eserleridir.
Aldığı ödülleri: Kırk Ambar adlı eseriyle "Türkiye Millî Kültür Vakfı"
ödülü, Ankara Yazarlar Birliği Derneğinin"Yılın Yazarı", Kayseri
Sanatçılar Derneğince, "İnceleme", Kültürden İrfana adlı eseriyle,
Türkiye Yazarlar Birliği "Yılın Fikir Eserleri" ödüllerini aldı.
HAKKINDA YAZILANLAR
Prof. Dr. Ümit Meriç Yazan, babasına gösterilen ilgiyi yorumladı:
Cemil Meriç hayranları
günden güne çoğalıyor
TAKDİM
Artık, Cemil Meriç ismi tefekkürün, çilenin ve bir büyük kültür
abidesinin sembolüdür ülkemizde. Çünkü, yoz ve sığ bir kuşatma ile
adeta bir mağaraya hapsedilmiş olan bizler, Batı’yı da, Doğu’yu da,
Hind’i de, Uzak Doğu’yu da hep ondan öğrendik. O beyinlerimize
düşürdüğü “tecessüs” ateşi ile bizi fikri bir yenileşmeye sevk etmiş,
bir kültür ve irfan uyanışına doğru yönlendirmişti. Eğer o olmasaydı,
ne “Bu Ülke”yi böylesine derinden tanıyabilecek, ne de “Işık Doğu’dan
Gelir” fikri ile kendimize dönebilecektik.
Aramızdan ayrılışının 12. Yılı münasebeti ile, günden güne büyüyen
Cemil Meriç dalgası, Cemil Meriç sevdası, Cemil Meriç ilgisi üzerine,
değerli kızı, sosyolog Prof. Dr. Ümit Meriç Yazan hanımefendi ile
sohbet ettik.
SPOTLAR
Cemil Meriç, bugün 500 bin kişilik bir okur kitlesine ulaşmıştır. Bir
teşbihle söylersek, Cemil Meriç bir çiftçidir, Anadolu bozkırına
düşünce tohumlarını saçmıştır ve o tohumlar şimdi filizlenip boy
atıyor.
Cemil Meriç’in okurlar cemaatini tanımak, onların üzerinde durmak
lazım. Artık okurlardan, yazara gitme zamanı gelmiştir. Bu konuda çok
özel gözlemlerim var. Bunlardan en önemlileri, edilen telefonlar,
gönderilen mektuplar ve babamla ilgili anma toplantılarında bir araya
gelen genç nesillerin yaptığı analizler.
“Seni tanımakla başladı her şey. Sen kopardın kızılca kıyameti. Akıllar
seninle durdu. Kara zindanda doğan güneş sendin. Mağaradan seninle
çıktım. Görmeyen gözlerim, seninle görür oldu. Acı çekmek neymiş, fikir
neymiş seninle tanıdım. Şuurumun lambalarını yakan sensin.”
Türkiye projeksiyonsuz yaşıyor. Gelecekle ilgili hiç bir ideali yok.
Halbuki büyük devletleri yüzer yıllık, beş yüzer yıllık, biner yıllık
projeleri, hedefleri vardır. Türkiye günübirlik bir böcek gibi yaşıyor.
Türkiye’nin geleceğini düşünmesi, geleceği üzerine projeksiyonlar
yapması kaçınılmazdır.
OLCAY YAZICI
Bilinen bir gerçek, fakat genç nesiller açısından soruyorum. Kimdir o
fikrin gökkuşağı olan, Batı’yı da, Doğu’yu da bizlere öğreten, fikrin
büyük çilekeşi Cemil Meriç? Onun sadece kızı değil, aynı zamanda gözü,
kulağı olan sizden, bir kere daha rica etsek?
“Gülü tarife ne hacet, ne çiçektir biliriz!” diye bir sözümüz vardır.
Bence artık Cemil Meriç’i anlatmanın, tarif etmenin zamanı geçmiştir.
Çünkü Cemil Meriç, tariflerin ötesine geçmiştir. O eserleri ile bugün
aşağı yukarı 500 bin kişilik bir okur kitlesine ulaşmıştır. Bir
teşbihle söylersek, Cemil Meriç bir çiftçidir, vatan sathına, Anadolu
bozkırına düşünce tohumlarını saçmıştır ve o tohumlar şimdi onlarla, yüzlerle yeşeriyor, filiz verip, boy atıyor.
Dış dünya Cemil Meriç’i tanımak istiyor
Büyük çileler çekilerek, vatan coğrafyasına dikilen Cemil Meriç çiçekleri açıyor, diyebiliriz yani?
Evet, diyebiliriz...Bu çiçekler, topraktan çıkmış, boyatmışlardır. Bu
bakımdan Cemil Meriç’in artık okurlar cemaatini tanımak, biraz da onun
üzerinde durmak lazım. Artık okurlardan, yazara gitme zamanı gelmiştir.
Bu okurlar cemaati ile ilgili olarak benim çok özel gözlemlerim var.
Bunlardan en önemlileri de, edilen telefonlar, gönderilen mektuplar,
babamla ilgili anma toplantılarında bir araya gelen genç nesiller.
1997’nin Aralık ayında Tarık Zafer Tunaya kültür merkezinde, Büyükşehir
Belediyesi Kültür Dairesi tarafından düzenlenen toplantıdaki konuşma
metinleri İz yayınları tarafından kitaplaştırıldı. Adı ise ilginç,
“Cemil Meriç ve Bu Ülkenin Çocukları.” Bu okurlar cemaati ile iki
senedir temasımızı hiç kaybetmedik. Ayda bir defa toplanıyor, bazen
Cemil Meriç’in eserleri üzerine, Cemil Meriç’ten alınan ilhamla yeni
olaylar üzerine görüş ve fikir alış verişinde bulunuyoruz.
Ayrıca, Tunus Üniversitesi’nin tarih profesörü Abdülcemil Temimi’den, Cemil Meriç’in Arapça’ya tercümesi için teklif geldi.
Konuşma sırasında babamın adı geçti. Ne yazık ki, müslüman bir Arap
entellektüeli olarak, muhterem babanızı tanımıyorum. Benim gibi diğer
Arap dünyası da maalesef tanımıyor. Türkiye’nin bu kadar önemli bir
yazarını tanımamak, bizler için ayıp sayılır. Babanızı bana biraz
tanıtınız, dedi. Ben de peki dedim ve “Bu Ülke”yi açarak ona, “Kıtaları
ipek bir kumaş gibi keser biçerdik!...” cümlesiyle başlayan bölümü
okudum. Temimi öylesine etkilendi, öylesine beğendi ki bu cümleyi,
lütfen dedi, babanızdan bir seçme yapınız ve onu vakit geçirmeden
Arapça’ya tercüme e****m. Arap dünyası, 20. Yüzyıl Türk kültürünün
yetiştirdiği bu irfan adamını mutlaka tanımalıdır.
Bu münasebetle bir yıldır Cemil Meriç’in Arapçaya çevrilmesi metinleri üzerinde çalışıyoruz.
Cemil Meriç’e karşı büyük bir ilgi
Ayrıca Türk cumhuriyetlerinde de, Cemil Meriç’e karşı büyük bir ilgi
uyanmaktadır. Cemil Meriç’in, Kazak ve Azerbaycan Türkçesine tercümesi
yolunda da teklifler var. Yani biz belki Cemil Meriç’i dış dünyaya
yeterince tanıtmadık, fakat dış dünya kendiliğinden Cemil Meriç’i
tanımak istiyor, bunun için sınırları zorluyor. Çünkü Türkiye’yi
tanımak demek; bir anlamda Cemil Meriç’i tanımak demektir.
Bu arada Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’ndan bir davet aldım. “20.
Yüzyıl Türk Kültürüne Yön Verenler” başlıklı bir dizi başlatıyorlar.
Şahsiyetler arasında babam Cemil Meriç’in yanı sıra, Mehmet Akif,
Peyami Safa, Necip Fazıl, Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Kemal
Tahir gibi isimler de bulunuyor.
Bir şehre, bir köye ve bir mahalleye tek bir Cemil Meriç sevdalısı bile
düşmüş ise, o belde zamanla fikri bir tutuşma yaşayacak demektir...Genç
Cemil Meriç severler kimlerdir? Ne tür mektuplar geliyor size Babanızla
ilgili olarak?...
Cemil Meriç’i tanımak isteği daha çok yurtdışından geliyor. Türkiye’yi
tanımanın, önce Cemil Meriç’i tanımaktan geçtiğine inanıyorlar.
Psikoloji bölümünden mezun bir öğrencinin, Elif Özdemir’in, babam Cemil
Meriç’le ilgili yazdıklarını aktarmak istiyorum. Bir bir profil çizmek
için.
Elif benim öğrencim. 1997 yazında Amerika’ya gitti. Biliyorsunuz
dünyanın en büyük kütüphanesi Washington’dadır. Orada, Türkiye’den
yazar var mı diye araştırmış, bakmış ki, kütüphanede “Hint Edebiyatı”
var, “Bu Ülke” var, “Jurnal” var, “Mağaradakiler” ver, “Işık Doğu’dan
Gelir” var, “Kırk Ambar” var, “Ümrandan Uygarlığa” ve “Sosyoloji
Konuşmaları” var. Yani, seçmeyi bilen her idrak Cemil Meriç’i arayıp
buluyor.
Yerliden, evrensele açılmak demek bu olsa gerek?
Evet, evrensellik bu demek...Gelelim, Cemil Meriç’in okuyucular
cemaatine(Ümit hanım özellikle bu kavramı kullanıyordu. Biz de
değiştirmedik.) Bunların içinde yazarlar da var. Cahit Koytak’ın
yazdığı ilginç bir şiir var. Adı “Son Osmanlı.”
Cemil Meriç okurlarını daha yakından tanımak için, Tarık Zafer
Tunaya’daki toplantıya katılan, 17 yaşındaki Şükran Çatak’ın yazdığı
mektubun ilk sayfasını okumak istiyorum:
“Sayın Ümit Meriç Yazan, güzel paylaşımlara, dorukta mutluluk ve
duyumlara vesile olduğunuz için teşekkürler. Kendimi hala bir rüyanın
içinde hissediyorum. Ve oradan sesleniyorum şu an size. Fakat sanırım
her şey gerçek, rüyadaki gibi eksiksiz ve güzel. Ve en önemlisi artık
baş rollerden birini de ben oynuyorum. Sizinle, Cemil Meriç günlerini
paylaştık. Teneffüs ettiğimiz havayı, kitabı, tarihi, heyecanları
paylaştık. Yüreklerimiz tek bir yürek oldu. Beynimizi büyüttük o gün.
Yüreklerimizle birlikte fikirlerimizi, ülkülerimizi, heyecanlarımızı da
büyüttük.
Tüm bunları harflere, kelimelere, cümlelere hapsettim. Onları seslere
bağladım. Ben yeni heyecanları da yine seslere, kelimelere
kilitleyeceğim. Benden yeni sesler gelecek kulaklarınıza.”
Cemil Meriç için şeref defteri
Bir de defterim var. Cemil Meriç’in şeref defteri. Defterin ilk sayfasına 4 Mayıs 1997’de kızıma hitaben şöyle bir şey yazdım:
“Sevgili Hazal, bu defter Cemil Meriç’in fatihi olduğu serdengeçtilerin
defteridir. Ona sahip çık. Çünkü bu liste, sana bırakacağım mirasın
hepsinden daha önemli, daha ölümsüz ve daha anlamlıdır. Deden, bu
ülkede bir düşünce aristokrasisi yarattı. Bu listede onların şeref
listesini bulacaksın...”
Daha sonra bu deftere çeşitli isimler, Cemil Meriç’le ilgili duygu ve
düşüncelerini yazdı. Onlardan birini size okumak istiyorum. Mimar Sinan
Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğrencisi, Mahmut Çalışır’ın yazdıkları
şöyle:
“Seni tanımakla başladı her şey. Sen kopardın kızılca kıyameti. Akıllar
seninle durdu. Kara zindanda doğan güneş sendin. Mağaradan seninle
çıktım. Görmeyen gözlerim, seninle görür oldu. Aşk neymiş, acı çekmek
neymiş, fikir neymiş seninle tanıdım. Şuurumun lambalarını yakan
sensin...Seni tanıdıktan sonra vatansız, kimliksiz kaldım. Seni
tanıdıktan sonra ruhum boyalı bir kuş oldu. Şimdi ben göçebe bir
serseriyim. Havarisiz İsa’yım...Seni tanımadan önce önümde iki kapı
vardı. Biri cinnet, biri ölümdü. Şimdi üçüncü bir kapı var: O aşk
kapısı...Kitaplar yaralarıma şifa olmaz oldu. Artık ben de karar verdim
kitap olmaya. Seninle büyütüyorum acımı, hüznümü ve kendimi...Ben
dergahtan kovulan dervişim. Körler seninle görür oldu. Sağırlar seninle
duydular. Dilsizlerse şimdi hatip.!..”
Bir başka öğrenci, Yusuf Emre’nin yazdıkları ise şöyle:
“Utanıyorum ismini yazmaktan, fikrin devasa insanı. Bu nesil adına. Bir
sarmaşık gibi sarıldım, aşık olduğum kitaplarına. Bu aşkın büyüsünü
bana kim yaptı? Bilmiyorum. Ama böyle bir büyüye nesil olarak muhtaç
olduğumuzu biliyorum. Sen dünyaya hiç bir zaman kör bakmadın. Bizler
ise açık gözlerimizle kör yaşadık. Yıllarca bilgiye, kültüre karşı aç
yaşadığımız için, hislerimizi de kaybettik. Okumamakla ve kitaba
yabancı kalmakla, en şiddetli zulmü kendimize reva gördük. Ruhaniyetin
karşısında şimdi biz utanmayalım da, kimler utansın? Kazanma adına hiç
bir şeyini boşa kaybetmedin. Seninle bir defa daha, yoklukta varlık
cilvesinin sırrını anladık. Med-cezire maruz kalan sıkıntıların
dalgalar gibi sahilindeki kayalara vuruyor. Ama sen aşınmadan, kızın
ellerinden tutarak, yoluna devam ediyordun. Biz ise kıymetini
bilemediğimiz zaman sermayesinin yokluğundan şikayet ettik durduk. Az
da olsa yürüyebilseydik, duranların haline ağlamayı öğrenecektik. Fakat
şimdi kendi halimize bile ağlayamıyoruz.
Kapalı gözlerinle kitaplara selam sarkıtıyordun. Son anlarında kapalı
şuurunla, Muhammet Sevgilim diyordun. Ağzından çıkan son cümleyi
duyduğumda, iliklerime kadar titrediğimi hissettim. Ağlamadım dersem,
yalan olur. Şuurunun kapalı olduğu bir anda bile, Muhammed Sevgilim
diyordun. Yaşasaydın, söylediğin bu cümle için sana köle olmaya razı
olurdum...”
Bunlar gibi daha yüzlerce mektup var. Bütün bunlar şunu gösteriyor ki,
Cemil Meriç’in Anadolu bozkırına saçtığı tohumlar artık bugün çınar
gibi boy atıyor.
Meriç soyadı siyasetin üzerindedir
Seçim öncesinde siyasi çevrelerden size aday olmak için teklifler
geldi. Fakat, bunları kabul etmediniz. Neden? Siyasete soğuk mu
bakıyorsunuz?
Öğrencilerime de söylediğim bir cümle var. O da şudur: Sizler bütün
partilerin üstündesiniz. Kendinizi bir parçaya mahkum ederek, bütünden
vazgeçmeyiniz. Sosyolog bir partinin değil, Türkiye’nin sosyologu
olmalı.
Türkiye kendi kendisini tanımayan bir ülke haline gelmiştir. Türkiye
projeksiyonsuz yaşıyor. Gelecekle ilgili hiç bir ideali yok. Halbuki
büyük devletlerin yüzer yıllık, beş yüzer yıllık, biner yıllık
projeleri, idealleri, hedefleri vardır. Türkiye ise plansız, programsız
ve günübirlik, adeta bir böcek gibi yaşıyor. Türkiye’nin geleceğini
düşünmesi, geleceği üzerine projeksiyonlar yapması şarttır. Yarınla
ilgili planlar bugünden yapılmalı. Eğer bu yapılmazsa, yarınla ilgili
ümitlerimiz de olamaz. Sosyologların bu sahada faydalı olacağına
inanıyorum. Fakat, sosyologlar hükümetlerin değil, devletin sosyologu
olmalı...
Konuya dönersek, evet, Meriç soyadının siyasileşmemesi için siyasete
atılmadım. Çünkü o Türkiye’nin bütününü kapsayan kuşatıcı bir isim. Bu
isme saygı göstermek, benim babama karşı bir görevimdir.
Kalemin kutsiyetine inanıyorum
Dünyanın küçüldüğünden ve küreselleşmeden söz ediliyor. 2000’li
yıllarda genel bir dünya devleti kavramı mı ağırlık kazanacak, yoksa
milli kimlikler mi ön plana çıkacak?
Tabii bu sorunuza homojen bir cevap vermek mümkün değil. Çin ve Türk
milleti gibi binlerce yıldan beri süregelen milletler vardır. Avrupa
millet bilinci var. Bir de ayrıca tarih boyunca hiç devlet kurmamış
etnik unsurlar var. Yani globalleşme karşısında milletlerin durumu ne
olacak sorusunun cevabı tek olamaz.
Elbette dünya çok küçüldü. İlk defa bu kadar kısa zamanda milletler
birbirlerinden haber alır hale geldi. Ben bilgisayarıma tıklıyor ve
Avusturya’daki bir profesörle sosyoloji üzerine konuşabiliyorum. Bu
küçümsenecek bir şey değil. Salise farkı ile fikir alış verişinde
bulunabiliyoruz. Bu manada elbette dünya küçüldü. İnsanlar oturduğu
yerden, bilgisayar aracılığı ile uluslararası konferans verebiliyor.
Fakat bu anlattıklarımdan teknolojiyi çok yücelttiğim, övdüğüm
anlaşılmasın. Ben evime bilgisayar almadım. Hatta önce daktilo ile
yazıyordum. Onu da bıraktım. Şimdi sadece elle yazıyorum. Yani kalemin
kutsiyetine inanır hale geldim. Kalem kutsaldır. Çünkü üzerine yemin
edilmiştir. Bilgisayar bir yerde hain bir araç. Bir virüs çıkıyor ve
her şeyi, bütün bilgiyi, emeği sıfırlayabiliyor. Oysa elle yazılan bir
kelime yüzlerce sene silinmeden saklanabilir.
Şüphesiz faydalı bir araç. Fakat ben bugüne kadar bilgisayar
kullanarak, dahiyane bir eser sahibi olmuş tek bir insanla
karşılaşmadım. Fakat insan dahi ise belli şeyleri kullanmak açısından
bilgisayardan istifade edebilir. Zaten dünyanın en önemli bilgileri hiç
bir zaman bilgisayarlara yüklenmez.
**çü, değişirken “biz” kalmak olmalı
Toplumların değişmek kaçınılmaz durum. Fakat değişirken toplumun
kendisi kalması, bu ana rengi muhafaza etmesi önemli. Değerli
sosyologumuz Prof. Dr. Mümtaz Turhan hoca, ölçüyü “biz kalarak değişmek
ve değişirken biz kalmak” şeklinde özetliyor. Sizce ölçü ve denge nasıl
kurulmalı?
Bunun ölçüsünü, mayasını hiç bir birey koyamaz. Yalnız sosyolojik kanun
olarak bir hakikat var. O da şudur: hiç bir toplum bütünüyle aynı
kalamaz. Ve yine hiç bir toplum bütünüyle değişemez. Yani değişirken
aynı kalır, aynı kalırken değişir. Mümtaz hocanın ölçüsü doğru. Bu
bakımdan hiç bir ideoloji sonsuz, ölümsüz değildir. Tabii ki dinleri
bunun dışında tutuyorum. Söz konusu olan beşeri ideolojilerdir. Beşeri
nizamlar ise daima birbirini aşacaktır. Sosyal hareketleri bir yerde
kontrol etmeniz mümkün olmaktan çıkabilir. Kendi kanununu kendi uygular.
google_protectAndRun("ads_core.google_render_ad", google_handleError, google_render_ad);